Bir “guru” olamadık ki sözümüz dinlensin…

January 6, 2007 at 11:52 pm 42 comments

Geçtiğimiz hafta Pazarlama Cadısı “2007’den tek dileğim var” başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıda “Pazarlama profesyoneli kimdir?”, “Nasıl pazarlama uzmanı olunur?”, “Ne yer, ne içer bu pazarlama uzmanları?” sorularına cevap ararken, iş hayatında kendini “pazarlama profesyoneli sanan pazarlama özürlülerini” ele almış.

Ne zamandır gündemimde olan bu konuyu başka bir açıdan ele almaya çalışacağım. Bu pazarlama gurularının veya uzmanlarının pazarlamayı ne kadar bildikleri ya da bilmedikleri bu yazının konusu olamayacak kadar geniş. Zaten bu konuyu Pazarlama Cadısı güzel bir şekilde dile getirmiş. Benim derdim, bilgili olsunlar ya da olmasınlar, bu guruların bir rol modeli olarak pazarlama, pazarlama iletişimi, reklam vs. gibi alanlarda eğitim alan öğrencilerinin onlardan nasıl etkilendikleri?

Son yıllarda sayıları hızla artan guruların yaptıklarına kızıyor, pazarlamanın içini boşalttıklarını ve pazarlama alanında yeterli bilgi birikimi olmayanlara, zaten var olan şeyleri allayıp pullayıp yeniden sattıklarını ve bunun üstünden de para kazandıklarını düşünüyordum. Ta ki, bu konuda Selim Tuncer‘in fikirlerini duyana kadar. Selim Tuncer konuya başka bir açıdan bakmama yardımcı oldu. Aslında bu gurular pazarda önemli bir boşluğu doldurmaya çalışıyorlardı. Bu boşluk da pazarlama alanını yeterince bilmeyen ve pazarlamanın gücüne inanmayan KOBİ’lere, bu alandaki literatürü anlaşılabilecek bir düzeyde sunmak ve pazarlamanın gücüne karşı inançlarını geliştirmekti.

blue.jpg

Farklılaşma (differentiation) kavramı yeni bir kavram mı? Elbette ki hayır. Yıllardır pazarlama derslerinin en önemli konularından birisidir. Ama ne zaman ki Mor İnek çıktı, farklılaşma kavramını öğrenmeyen kalmadı iş aleminde. Hatta Selim Tuncer’in tam da bu konuda bir yazısı vardı. Şimdi durup bir düşünelim. Bu iyi mi, yoksa kötü mü? Ne yazık ki bunun tek bir cevabı yok. Bu gelişme hem iyi, hem de kötü. Bu konulardan haberdar olmayan KOBİ’ler için oldukça iyi bir durum. İşlerine farklı bir açıdan bakmaları için önemli fırsatlar taşıyor. Bir de pazarlamanın önemini anlamaları ve profesyonellerden yardım almaları için onlarda bir inanç yaratıyor. Bu açıdan baktığımızda, bu gelişmeleri sektör için iyi bir durum olarak değerlendirebiliriz.

Ama işletme, pazarlama, pazarlama iletişimi vb. alanlarda eğitim alan bir öğrenci farklılaşmayı Mor İnek kitabından ibaret sanıyor ve pazarlamayı öğrenmek için sadece bu guruları okuyup dinlemenin yeterli olacağını düşünüyorsa, işte o zaman çok kötü bir durumla karşı karşıyayız demektir. Daha da kötüsü, bu guruların sadece söyledikleri kadarını bildiklerini düşünüyorlarsa, o zaman da vay halimize. Ne yazık ki, öğrencilerimizde böyle bir eğilim olduğunu düşünüyorum. Pazarlamayı bu guruların sundukları haplardan yutarak öğrenme eğilimi.

Benzer bir eğilimi, pazarlamanın okulda değil de iş hayatında öğrenildiği düşüncesinin giderek yayılmasında görüuoruz. Çünkü bu gurular da dahil olmak üzere, uygulamadaki pek çok pazarlamacı “pazarlamanın iş yaşamının içinde, yaşanarak ve uygulayarak” öğrenildiği fikrini savunuyorlar. İşin bu kısmı doğru mu? Evet doğru, ama eksik. Kardeşim bu pazarlamayı uygulamak için hiç mi teorik bilgi gerekmiyor? Gökten zembille mi inecek uygulama için gerekli olan bilgiler? Yoksa içinize mi doğacak? Doktorlar, avukatlar, öğretmenler yapacakları işlerin temellerini okulda öğreniyorlar da pazarlamacılar neden öğrenmiyorlar? Pazarlama bu kadar basit bir iş mi?

red.jpg

Arkadaşlar, pazarlama uygulamalı bir bilim alanı ve bu alanda akademik anlamda bir birikim bulunuyor. Sanmayın ki o gurular bu akademik birikimden habersiz. Konuşmalarını dinlediğiniz, kitaplarını okuduğunuz o guruların bazıları pazarlamanın teorik kısmını öyle iyi biliyor ve uluslararası yayınları öyle sıkı takip ediyorlar ki şaşırıp kalırsınız. Bu kişilerin çoğu bulundukları yere gelebilmek için yıllarca çalışmışlar, çabalamışlar, eğitim almışlar ve kendilerini eğitmişler. Ama bu bilgilerini hedef kitlelerinin anlayabileceği bir halde düzenliyorlar. Yani gerektiği kadar kuramsal bilgiyi, hedef kitlenin dikkatini çekecek bir dille ve bol örnekle birleştirip sunuyorlar.

Bir önceki yazımda, öğrencilerin iş yaşamı öncesinde kendilerine katabildikleri değerin öneminden bahsetmiştim. İşte gelecekte pazarlama alanında çalışmak isteyen öğrenciler için de bu değeri bugünden yaratmaya başlamak çok önemli. Üniversite yıllarınız, elinizin altında kocaman kütüphanelerin olduğu ve rahat rahat okuma yapabileceğiniz, okuduklarınız üstünde düşünebileceğiniz ve fikirlerinizi olgunlaştırabileceğiniz bir dönem. Bu dönem, beyninizin içini bilgiyle doldurabileceğiniz ve bu bilgileri fikirlere dönüştüreceğiniz iş yaşamı için hazırlık yapacağınız, kendinize değer katabileceğiniz eşi bulunmaz bir fırsat. Bu bilgiler aklınızda kalmaz diye korkmayın sakın. Bu ön hazırlık, uygulama aşamasında ihtiyacınız olan bilginin “ne” olduğunu anlamanızı sağlayacağı gibi, bu bilgiyi “nereden” bulacağınızı da bilmenizi sağlayacaktır.

Gelelim gurulara. Bu söylediklerimin, “onları dinlemeyi veya okumayı bırakın” demek olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Onları da dinleyin ve okuyun ama pazarlamanın sadece onlardan ve söylediklerinden ibaret olmadığını da bilin. Okuyun, öğrenin ki onların söylediklerini kafanızda bir çerçeveye oturtabilin. Tabii bir de kim, neyi, ne kadar biliyor anlayabilin.

red-pill.jpg

Şimdi diyeceksiniz ki “Hoca, sen de hep bize yükleniyorsun. Bize eğitim verenlerin, sistemin hiç mi suçu yok?”. Var güzel kardeşim var ama, seni işe alacak adam sisteme falan bakmaz. Bunları da bir özür olarak kabul etmez. Gözünü aç da gör bunları diye söylüyorum. Kendine ne değer katacaksan kendin katacaksın. Önce sen isteyeceksin, çaba göstereceksin, kendini eğiteceksin. Yoksa eğitmenin, sistemin en kralı olsa gene fayda etmez. Hadi kalın sağlıcakla…

Güncelleme:

Konuyla ilgili bir başka yazı: Pazarlama Profesyonelleri ve Pazarlama Akademisyenleri

Güncelleme 2 (17.01.2007):

Guru Enflasyonu

Entry filed under: Ders Notları, Genel, Serbest Dalış.

42 Comments Add your own

  • 1. Alper Akcan  |  January 7, 2007 at 8:19 pm

    Zeypen, akademisyen pazarlamacılara yönelik bu eleştirilerin en temel nedeni, pazarlamanın çok hızla gelişen ve evrimeleşen bir dal olması. Akademisyenler malesef bu hıza yetişemiyolar. Pazarlama, “pazarlama 101” adında bir kitaptan uzunca yıllar, aynı müfredatla anlatılamaz görüşündeyim. Akademisyenler de genellikle malesef bu hıza ayak uyduramıyorlar. Tabi ki işin teorik kısmı da çok önemli. Olmazsa olmaz. Ama akademisyenlerin pazarlama profesyonellerine bakış açıları beni son derece rahatsız ediyor. Bunu çok yakından yaşadım çok değerli pazarlama akademisyeni profesörler tarafından. Umarım bu ön yargımı yıkacak başka akademisyenler tanırım bir gün!

    Zamanında bir yazı yazmıştım, tartışmıştık hatırlarsan; http://marketingma.blogspot.com/2006/08/pazarlama-profesyonelleri-ve-pazarlama.html

    Guru meselesine gelince; Guru’ların Kobi’lere veya pazarlamayı yakından takip etmeyenlere birşey öğretmek gibi bir misyonunun olduğunu da düşünmüyorum. Belki sonuç böyle oluyordur ama bunu pazarlama ile ilgilenen veya yazan herkes yapabilir. Guru’ları guru yapan asıl özellikleri, konuya getirdikleri alternatif bakış açıları ve bu bakış açılarınının tüm sisteme uygulanabilir olması sanırım. Örneğin, Seth Godin Mor İnek’i yazdı ve farklılaşma bakış açısını getirdi. Daha önce yok muydu? Bu kadar sistematik olarak yoktu. Keza Post Modern Pazarlama dedi John Grant ve bambaşka bir şablon yarattı. Jay Conrad Levinson Gerilla Pazarlama bakışını ve şablonunu yarattı (fikir değil, şablon) ve guru oldu.

    Çok okunmak, çok kitap satmak, çok konuşma yapmak guru yapmaz. Guruysanız bunlar olur ama tam tersi geçerli değildir. Ne dersiniz?

    Reply
  • 2. Cengiz Ç.  |  January 7, 2007 at 8:22 pm

    Zeynep, çok istiyorsan bir gün guru da olabilirsin ama şimdiden söyliyeyim, bir gün kesinlikle gururumuz olacaksın.

    Reply
  • 3. Murat Kaya  |  January 8, 2007 at 12:12 am

    Ben Zeypen isimli pencere markasını üretmek istiyorum. İzin verir misiniz? 🙂

    Hindistan’da gırla “guru” var. Onları boşverip Zeynep’i “âlim” yapalım derim. Ne dersiniz?

    Bu arada “YES MEN”i de hatırlatayım dedim. http://www.theyesmen.org

    Reply
  • 4. Murat Kaya  |  January 8, 2007 at 12:17 am

    Şunu anlamakta zorlanıyorum ben: Hint kültürüne ait, saç sakal birbirine karışmış, muhtemelen ayda bir yıkanan birilerine ait olan “guru” lafını kabullenmekte zorlanıyorum.
    Kokudan yanına yaklaşılamaz gibi geliyor bana. (Önyargı deyin, olsun)
    Yanına yaklaşamadıkları için mi acaba “guru” diyorlar.

    Hani bir söz var:
    “Tanrılaşmaya en elverişli olan, en az bildiğimiz şeylerdir. Montaigne”

    Gibi.

    Reply
  • 5. A. Selim Tuncer  |  January 8, 2007 at 1:52 am

    Yazında adım geçtiği için herhalde benim de bu müzakere ortamına katılmam gerekir diye düşünüyorum. Düşünmesine düşünüyorum da, bir senin yazını okuyorum, bir Burcu’nun yazını, bir türlü topa nereden gireceğime karar veremiyorum.

    Aslında benzer konulara değinilse bile, anafikri ve vardığı sonuçlar açısından iki farklı yazıyla karşı karşıyayız. Ancak, sayende iki yazı arasında bir ilinti kurulmuş olduğu için her ikisini birden değerlendirmek yararlı olacaktı. Ama bunu da “yorum” sınırları içinde gerçekleştirmek oldukça zor. Bu nedenle Pazarlama Cadısı’nda dile getirilen diğer görüşlerle ilgili değerlendirmelerimi daha sonraya bırakıp ben de şu “guru” meselesine odaklanayım.

    1.
    Bir defa “guruluk” diye bir meslek yoktur. Olsa bile, kelimenin anlamı itibariyle bu kadar çok guru olmaz/olamaz.

    2.
    “Şeyh uçmaz, mürit uçurur.” sözüne uygun olarak onları guru yapan biziz. Daha doğrusu, konferans biletlerinin daha yüksek bedellerle satılabilmesi için böyle parlatmalara ihtiyaç var.

    3.
    Burcu’nun “pazarlama uzmanları” olarak tanımladıklarının içine bu gurular giriyor mu tam emin olamadım. Ancak ortaya çıkan “uzman” kriterlerini göz önünde bulunduracak olursak onların da işi zor. Çünkü bu guruların önemli bir bölümü “mektepli” pazarlamacı değil.

    4.
    Bunun önemsemiyorum ve bu konuda Burcu’ya katılmıyorum. Neden katılmadığımı biraz daha ayrıntılı olarak bir ara dile getirmeye çalışacağım. Cengiz Çatalkaya’nın Burcu’nun yazısına yaptığı yorumun önemli bir bölümüne de iştirak ediyorum.

    5.
    Bu arada Burcu’nun yaşadığı kaygıları ve içinde bulunduğu psikolojiyi anlamıyor da değilim.

    6.
    Benim Karnaval’ın giriş yazısında şöyle bir düşünceyi dile getirmiştim:

    “Ben pazarlamacıyım demekten çekinirim. Değilim çünkü… Pazarlama iletişimi sektörünün bir ferdi olarak, pazarlamaya hizmet edenler arasında yer alıyorum. Her ne kadar, kendimize pazarlama blogları diyorsak da, bu zengin çeşitlilik içinde benim gibi pazarlamacı olmayan başka arkadaşlar da mutlaka vardır. Ancak ortak noktamız şu ki, kimsenin çıkın gidin diyemeyeceği bir “bağ” ile pazarlama dairesi içinde yer alıyoruz.

    Evet, gerçekten ‘pazarlamacı’ olan arkadaşları ayrı tutacak olursak, başta ben olmak üzere hepimiz zaman zaman pratik deneyimlerimizi aktarırken zaman zaman ukalalıklar da yapmıyor değiliz. Belki, başka hiçbir sektörde bu ölçüde “destursuz bağa girme” cüreti yoktur. Bu “bağ”ın güzelliği de buradadır işte… Bu hafta, bu “bağ”a gönül vermiş, eli kalem tutan, söyleyecek sözü olan birçok blog sahibine ev sahipliği yapıyorum. Böyle bir zenginliği, başka hiçbir sektörde bulamazsınız. Okuduklarınızla iki şeye tanık olacaksınız, biri konu zenginliği ve çeşitliliği, ikincisi ise burada yer alan hiçbir yazarın hiçbir biçimde birbirlerinin yerine ikame edilemeyeceği gerçeğidir. Bu nedenle de hepimiz birbirimizden bir şeyler öğrenirken yine hepimiz binlerce insana bir şeyler öğretiyoruz.”

    7.
    Yine aynı şeyi tekrarlarım: Ben pazarlamacı da değilim, pazarlama uzmanı da… Ama kesinlikle pazarlama dairesinin içindeyim. Pazarlama iletişimini, pazarlama dairesinin nasıl dışında tutabiliriz? (Pazarlamacı-reklamcı konusunu daha sonraya bırakıyorum.)

    8.
    Pazarlama camiası akademisyeninden uygulamacısına kadar çok büyük bir camiadır. Pazarlama da, bu kompleks yapısıyla tek başlarına “gerçek pazarlama uzmanları”nın altından kalkabileceği bir iş değildir. Hepimiz birbirimize muhtacız, yeter ki her şeyi bildiğimizi söylemeden, önce haddimizi bilelim.

    9.
    Gurular da hadlerini bildikleri sürece, pazarlamacı olsalar da olmasalar da bu dairenin dışında değildirler. Bileceğimiz bir şey de hangi çiçekten bal alacağımızdır. Bir çiçekle yaz olmaz gerçeğini aklımızdan çıkarmadan…

    10.
    Bazı bilim adamlarının iddia ettiği gibi bu guruların bazı kuramları popülerleştirdiğini kabul ediyorum. Ancak bunu gerçekten kötü bir şey olarak görmüyorum.

    11.
    Ancak, pazarlama dairesi içinde yer alanların tek başına bu popüler dalgalara teslim olmamaları gerektiğini düşünüyorum. Bu guruların yazdıklarını ben de keyifle okuyorum, Alper’in dediği gibi alternatif bakış açıları getirdiklerine de inanıyorum. Mor İnek konferanslarının bu kadar ilgi görmesi kötü mü? Bir şeyler anlatılıyor işte vatandaşa… Ama… Ortada Seth Godin yokken yıllardır farklılaşmayı (differentiation) konuşmamış mıydık? Pazarlamanın kırk yıllık ‘differentiation’ını farklılaştırarak ‘mor inek’ yaptı adam. Kötü mü yaptı? Bence hayır. Ancak, pazarlama dairesi içinde yer alan birinin farklılaşmayı Godin’den duymuş ve öğrenmiş olması, hatta orda da kalması biraz tuhaf olur. Guruların 80-100 sayfalık kitaplarla yaptıkları buzdağının üstünü göstermek ve dikkat çekmekten ibarettir ancak. Bir profesyonel onunla yetinemez.

    12.
    Alper’e şu noktada katılmıyorum: Mesela Godin, farklılaşma konusunda yeni hiçbir şey getirmemiştir. Kuramsal temelde tabii…

    13.
    Akademisyenlerin biraz geriden geldikleri doğrudur. Onları da anlayalım, çünkü daha temkinli olmak zorundalar. Ancak bilgi üretme noktasında hiç de geri olduklarını düşünmüyorum. Üretilen bilginin yaşam bulması ise biz uygulamacılara bakıyor biraz…

    14.
    Alper, postmodern pazarlama konusunu açarak çok iyi etmiş. Ancak bana göre postmodern pazarlama diye bir şey yoktur, pazarlamanın kendisi postmoderndir zaten. Modernizm ömrünü devam ettiriyor olsaydı, pazarlama diye bir şey olmazdı. Batı’da bu, çok uzun yılların meselesidir, ama bizde pozitivizm ve modernizmin hakimiyeti önemli ölçüde devam ettiği için pazarlama da maalesef istediğimiz olgunluğa ulaşamıyor.

    15.
    Burcu’nun canını sıkan şeyin, biraz da bu postmodern gelişmeler olduğunu düşünüyorum. Epeyce gecikmeli ve sancılı da olsa, bizde de kitlesel pazar, birleşik benlik, bilginin doğası ve yapısı parçalanarak (fragmentation) çözülüyor. Hiyerarşiler ortadan kalkıyor ya da aşınıyor, pazarlama bilgisi sanata ve dine uygulanabiliyor, alt ve üst kültür ayrımı yavaş yavaş yok oluyor. (de-differentiation) Modernizmin ileriye dönük eğilimi yerine geçmişe dönük bir bakış açısı gelişiyor. (Türk sinemasında yaşanan gelişmeleri ve Orhan Pamuk romanlarını anımsayalım.) Geleneğe karşı reddedici bakış açısı yumuşuyor. (chronology) Kurumsalcılığa, hiyerarşiye ve ortodoks yapılanmaya karşı (anti-foundationalism) bir tavır gelişiyor. En önemlisi, benim de zaman zaman bazı yazılarımda dile getirdiğim gibi çoğulculuk (pluralism) yavaş yavaş yerleşiyor. Postmodernizme göre her şey kabul edilebilir, hiçbir şey dışarıda bırakılmaz. Doğru ya da yanlış yoktur. Birkaç unsur bir arada oluşur.

    16.
    Bunlar, aynı zamanda pazarlamanın gelişme dinamikleridir. O nedenle uzun uzadıya yazmak zorunda kaldım. Şimdi böyle bir evrilme sürecinde ortodoks bir pazarlama anlayışını tek doğru kabul edip bir afaroz mekanizması oluşturmak hem yanlıştır hem de mümkün değildir. Gurular da konuşacak, akademisyenler de, bizim gibi uygulamacılar da…

    17.
    Son madde olarak şunu yazayım: Bugün bir KOBİ’nin sahibinin attığı adımlar, yarın pazarlamanın konusu, hatta kuramı haline bile gelebilir. Pazarlama böyle bir disiplindir. O nedenle ne guruları popülerlikle ne uygulamacıları cahillikle ne de tasarımcıları işbilmezlikle suçlayarak dışarı atalım. Ancak, alabildiğine eleştirelim. Her şeyden önce kendi meslektaşlarımı ben eleştiriyorum zaten… Vallahi bu gurulardan da çok şey öğreniyorum, ama onlarla yetinmemeye çalışıyorum.

    Hiç öyle bir niyetim yok, ama adamların tümüne birden guru diyerek toplu muameleye tabi tutuyor ve biraz da haksızlık ediyoruz. Alaycı bir ifadeye dönüştü çünkü bu, girme bu güruhun içine Zeynep:)

    Hem sana hem de Burcu’ya, böyle bir tartışma başlattığınız için teşekkür ediyorum ayrıca… Bence Burcu, belki birçoklarının zihninde dolaşanları ortaya dökerek çok iyi bir şey yaptı. Madem öyle, herkes de eteklerindeki taşları döksün.

    Sevgiler.

    Reply
  • 6. rüstem  |  January 8, 2007 at 10:25 am

    Burcu hanıma ve Zeynep hocamıza teşekkürler tartışma başlattıkları için. Selim Tuncer beye çok teşekkürler yorumu için…Akademisyen Pazarlamacı ve Uygulamadaki Pazarlamacılar hakkında söyleyebileceklerimden çok daha fazlasını Selim bey söylemiş.
    Ben Lisansımı Ekonomi üzerine tamamladım. Şuanda Pazarlama üzerine yüksek lisans yapan bir öğrenciyim ve Kemal Kurtuluş hocanın felaket dersinden kurtulabilirsem Pazarlama Dairesi içerisine girmiş olacağım. Peki Pazarlama diplomasını alamazsam???? O zaman yine daire içerisine girmiş olacağım- çünkü “Pazarlama” benim kişiliğime uygun (veya seviyorum-“sevmek ” kelimesini önceleri çok seviyordum ama hergün milyon kere duyduğum için neredeyse hefret edecek hale geldim). Ve ben birgün başarılı bir “pazarlamacı” olarak herhangi bir şirkette bulunursam ne Burcu hanım, ne de bir başkası “Rüstemin Pazarlama diploması yok. O Pazarlama üzerine Yüksek Lisansını tamamlayamamış birisidir.” diyerek karşı çıkması çok da mantıklı değil bence.Zeynep hocaya öğrenci olarak cevap verecek olursam–Mor İnek, Marka Yartmanın 22 kuralı, Geçmişin Pazarlaması, Geleceğin Pazarlamasına Doğru..ve.s diğer kitapların hepsini okudum. Beğendim mi?Evet. “Vay efendim, bu adam neler yazmış ??” dedim mi??? Hayır!
    Her kitapta mutlaka öğrenecek birşeyler vardır , eğer yazar kendi görüşlerini bir şekilde aktarmışsa (Matematik kitabından bahsetmiyorum). Öğrencilere öğretmen ezber yaptırırsa, düşünmesini sınırlarsa, hatta kaynaklarına bile karışırsa o zaman öğrenci gider “guru” okur ve yeşertemez !!! Pazarlama ressamlık değil ve bir bilimdir. Pazarlama illa da yetenek gerektirir diyorsak bu yetenek “fikir üretmek, yapılacak ve yapılan herşeyin bilimsel olarak sonuçlarının ölçmek becerisidir” diye düşünüyorum…

    Reply
  • 7. Zeynep Özata  |  January 8, 2007 at 12:18 pm

    Yahu burayı boş bırakmaya da hiç gelmiyor vallahi. Döktürmüşsünüz bakıyorum. Gerçi Selim Tuncer konuyu epeyce derinlemesine incelemiş ama yazmazsam içimde kalır. Hadi buyurun bakalım.

    Alper yorumunda “Farklılaşma daha önce yok muydu? Vardı ama bu kadar sistematik olarak yoktu” demiş. Ben farklılaşmayı ve önemini 1994 yılında Kotler’den okuyup öğrendim. Godin’in kitabından yaklaşık 10 yıl önceye denk geliyor. Kotler farklılaşmayı konumlandırma başlığı altında ele alır ve pazarda rakiplere karşı avantaj kazanabilmek için kullanılabilecek bir strateji olarak farklılaşmadan bahseder. Farklılaşmanın farklı alanlarda gerçekleştirilebileceğini söyler; Üründe, insanda (çalışanlarda), hizmette, imajda/algıda (iletişimde) veya kanallarda (bu 1994 baskısında yoktu sonradan 2006 baskısında eklendiğini gördüm) farklılaşmaya gidilebileceğine değinir. Burada söylemediği tek şey var, o da süreçte (ya da iş yapma şekillerinde) farklılaşma. O kadar eksik kadı kızında da olur diyorum. 🙂 Porter ise kullanılabilecek üç temel rekabet stratejisi içinde sayar farklılaştırmayı. Diğer ikisi ne diyecek olursanız, birisinin maliyet liderliği olduğunu hatırlıyorum ama üçüncüsü odaklanma mıydı ondan emin olamıyorum. Neyse asıl konuyu saptırmayalım. Biraz önce akademik makalelerin yer aldığı veri tabanlarında ufak bir tarama yaptım. “Differentiation and marketing” anahtar kelimeleriyle ilişkili, 2003 Mayıs ayı (Godin’in kitabının yayım tarihi) öncesinde yapılan 550 makale getirdi bana. Hadi diyelim ki bunların yarısı doğrudan ilgilendiğimiz konuyla ilgili. Bu makalelerinde ortalama 10 sayfa olduğunu varsayalım. Genelde daha uzun olurlar ama hesap kolay olsun. Ne yaptı, yaklaşık 2500 sayfa özgün içerik. Çalışmaların 1980’lerin ortasından başladığını söylemeliyim. Üstelik bu sadece tek bir veri tabanı. Godin’in farklılaşma konusuna yeni bir bakış açısı getirmediği konusunda Selim Tuncer’e katılıyorum ama benim gelmek istediğim nokta başka.

    Gelelim postmodern pazarlama konusuna. Postmodern Pazarlama kavramı üzerinde çalışan akademisyenlerden en bilineni Stephan Brown. Şimdi baktım, kitabı 1995 yılında yayınlanmış. Diğer önemli isimleri saymak gerekirse, Fuat Fırat, Dholakia ve Hirschman ilk anda aklıma gelenler ve 90’ların ortalarından bu yana konu üzerinde çalışıyorlar. Ayrıca postmodernizm ve tüketim üzerine yazan Featherstone ve Baudrillard’ı da unutmamak gerekiyor.

    Şimdi bunları neden sayıyorsun, bize hava mı atıyorsun demeyin. Estağfurullah, böyle bir amacım yok. Elinin altında Internet olan her okuyucu bu bilgilere kolaylıkla ulaşabilir. Söylemek istediğim, bu adamların yazdıklarının uzaydan gelmediği. Bir birikimin, var olan kuramsal temellerin üzerine oturdukları. Elbette ki konuya yeni bakış açıları getiriyor ve hatta akademisyenlerin de dikkatlerini bu yeni bakış açılarına çekiyor olabilirler. Ama bu konuların daha önce bu kadar sistematik olmadığı fikrine katılmam mümkün değil. Bu biraz insafsız bir yargı olur. Bunca akademisyen onlarca yıllarını heba mı ettiler yani?

    Ben bu yazarları okumayın demiyorum. Okuyun elbette, ama okumalarınızı tek yönlü yapmayın diyorum. Eğer farklılaşma üzerine çalışıyorsanız bağlı kalacağınız tek kaynak Godin olmamalı. Bu konuda yazılan, çizilen onlarca şey var. Eğer bir pazarlama uzmanıysanız bunlardan da haberdar olmalısınız diyorum ve ne kadar bilgili olursanız sap ile samanı o kadar iyi ayırt edersiniz diyorum. Yani, aslında baktım da çok da kötü bir şey demiyormuşum 🙂

    Gelelim Pazarlama 101 derslerine ve uzunca bir süre aynı müfredatla okutulup okutulamayacağına. Pazarlama alanında çok hızlı değişimlerin gerçekleştiği doğru. Pazarlama derslerinin bu değişime ayak uydurması gerektiği de doğru. Bu konuda Alper’e kesinlikle katılıyorum. Ama bu doğrular pazarlama eğitiminin “Pazarlama 101” ile başlaması gerektiği önermesini yanlış yapmaz. Üniversiteye gelmiş ve bu konularda eğitim alacak her öğrenci bu süreçten geçmeli bence. Pazarlamanın tanımını yapmadan, bölümlendirmenin, hedef pazar seçiminin, konumlandırmanın ne olduğunu anlatmadan, pazarlamanın geçirdiği evrimden bahsetmeden, yani bir temel oluşturmadan sağlam bir bina inşa etmek mümkün olmaz diye düşünüyorum. Ha bunları anlatırken güncel yaklaşımları ele almadan olur mu? Olmaz tabii.

    Gelelim akademisyen/uygulamacı, mektepli/alaylı ayrımlarına. Bilgiye erişmenin bu denli kolay olduğu bir ortamda artık bu tip ayrımları yapmanın, dahası bir kesimin diğerinden daha iyi olduğunu ileri sürmenin çok da anlamlı olmadığını düşünüyorum. Her kesimden çok değerli insanlar çıktığını ve pazarlamaya çok önemli katkılar yaptıklarını görüyoruz. Selim Tuncer ne kadar güzel söylemiş; “Hepimiz birbirimize muhtacız, yeter ki her şeyi bildiğimizi söylemeden, önce haddimizi bilelim.” Ben de aynen böyle düşünüyorum. Akademisyen kuramla uygulamacının yoluna ışık tutacak, uygulamacı da elindeki veri ile akademisyeni besleyecek ki daha hızlı ilerleyebilelim. Bilgimizi, deneyimlerimizi, bulgularımızı birbirimizle paylaşacağız ki yol alabilelim. Birbirimizi dışlayarak ancak olduğumuz yerde dönüp dururuz. Sonuçta kuram uygulamadan, görgül olandan yukarıya doğru bir soyutlamadır. Bu soyutlama sizin diğer uygulamalarınızda yolunuza ışık tutacak, aynı şeyleri tekrar tekrar denemenize engel olacaktır. Kullanılmayacak kuramları üretip durursak ne işe yarar ki? Ama uygulama da kuramı sürekli dışlayarak nereye varabilir ki? Burada tek suçlu uygulamacılar değil elbette. Akademisyenler de uygulamacıları dışlamak konusunda hiç de geri kalmıyorlar. Alper bu durumu tecrübe etmiş arkadaşlarımızdan birisi.

    Bir de akademisyenlerin biraz geriden geldiği meselesi var. Aslında Selim Tuncer burada da son noktayı koymuş ama ben de ufak bir ekleme yapmak isterim. Akademisyenin bir konuyu ele alabilmesi için önce görgül örneklerinin, yani uygulamanın ortaya çıkması gerekir. Akademisyen bu görgül örneklerden yola çıkarak soyutlamalar yoluyla kurama varır. Yani, akademisyen ilerlemek için uygulamaya muhtaçtır. Bu yüzden de geriden gelir. Ama hem dünyada hem Türkiye’de akademisyenlerin uygulamayla başa baş gittikleri noktalar da vardır. Sanırım özellikle Türkiye’de üretilen bu çalışmaları göz ardı ediyoruz biraz. Örneğin, Prof. Dr. Yavuz Odabaşı’nın Postmodern Pazarlama kitabı çıktığında uygulamacıların kaçı bu konudan haberdardı? Spor sponsorluğuna ilişkin uygulamaya yönelik konferans ilk defa bu sene yapıldı. Ama üniversitemiz öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Metin Argan’ın bu konudaki kitabı 2004 yılında çıkmıştı. Kaçınızın bu kitaptan haberi var? Geçenlerde Selim Tuncer Prof. Dr. Tevfik Dalgıç’ın Niş Pazarlama kitabını tanıttı. Bu kitap değerli hocamızın neredeyse 20 yıllık birikiminden oluşuyor (süreyi yanlış hatırlamıyorumdur umarım). Niş pazarlama kaç yıldır Türkiye’deki uygulamacıların gündeminde? Daha onlarca akademisyenin ürettiği çalışmalar raflarda bekliyorlar. İşte ben bu çalışmaları görmezden gelmeyelim, onlardan da yararlanalım diyorum.

    Guru olma konusuna gelince. İstesem de benden guru olmaz arkadaşlar. Guru profiline şöyle bir bakarsanız, istisna durumlar dışında, önceliğin erkeklerde olduğunu görürsünüz. Yani durum başlangıçtan 1-0. İkincisi, Einstein “bilim insanı en büyük buluşunu 30’una kadar yaptıysa yapmıştır” diyor. E ben 30’umu da geçtim. Nobel alırım diyordum ama pazarlama alanında ödülleri yokmuş. Ondan da vazgeçtik. Uzun lafın kısası, çok umut yok yani.

    İşin şakası tabii bunlar. Benim derdim guru olmak değil. İş hayatına yeni adım atacak arkadaşlara yaşadıklarımızdan, gördüklerimizden bir şeyler aktarabilmek. Dinleyip dinlememek onlara kalmış. Bana kalan ise, düşündüklerimi söylemekten geri durmayacağım ve bunu yapabilmenin verdiği gururla bir akademik hayatı sürdürmek. Umarım bunu başarabilirim.

    Murat’cım pencere konusunu ayrıca konuşalım. Fiyatta anlaşacağımızı düşünüyorum. 🙂

    Son olarak, yorumlarıyla katkıda bulunan herkese çok teşekkür ediyorum. Bunları konuşmaya başladıysak, yol almaya da başladık demektir.

    Reply
  • 8. A. Selim Tuncer  |  January 8, 2007 at 12:51 pm

    Bu tartışma çok yoğun olduğum bir zamana denk geldi. Tereddüde düştüğün konuyu hemen netleştireyim, daha sonra tartışmaya kaldığı yerden devam ederim:)

    Porter’ın üç temel rekabet stratejisi:

    Düşük maliyet (low cost)
    Farklılaşma (differentiation)
    Odaklanma (focusing)

    Bu arada bir soru: Porter pazarlamacı mıydı?

    Reply
  • 9. Zeynep Özata  |  January 8, 2007 at 1:11 pm

    Değil diye biliyorum. Şimdi bakıyorum. Değilmiş. Mühendislik kökenli. Ama ne kökenmiş be kardeşim. Eğitim geçmişini aynen aktarıyorum ve oha diyorum.

    Professor Porter, the author of 17 books and over 125 articles, is a leading authority on competitive strategy and the competitiveness and economic development of nations, states, and regions. He received a B.S.E. with high honors in aerospace and mechanical engineering from Princeton University in 1969, where he was elected to Phi Beta Kappa and Tau Beta Pi. He received an M.B.A. with high distinction in 1971 from the Harvard Business School, where he was a George F. Baker Scholar, and a Ph.D. in Business Economics from Harvard University in 1973.

    Devamı:
    http://dor.hbs.edu/fi_redirect.jhtml?facInfo=bio&facEmId=mporter&loc=extn

    Reply
  • 10. A. Selim Tuncer  |  January 8, 2007 at 1:26 pm

    Ben de değil diye biliyordum da:)

    Reply
  • 11. Zeynep Özata  |  January 8, 2007 at 1:28 pm

    Yahu Selim Abi,
    Benim pazarlamayı en iyi veya sadece pazarlamacılar bilir diye bir iddiam yok ki. Disiplinlerarası çalışmalara büyük saygım ve inancım vardır, bilirsin. Niye bana laf sokuşturursun, onu anlamadım ben 🙂

    Reply
  • 12. A. Selim Tuncer  |  January 8, 2007 at 1:36 pm

    Tamam o zaman:)

    Reply
  • 13. zeynepozata  |  January 8, 2007 at 1:45 pm

    Tamam o zaman.

    Reply
  • 14. Cengiz Ç.  |  January 8, 2007 at 3:22 pm

    Aslında söylenecek çok şey var da ben çok yoğunum bugün. (diyeceğimi dedim gerçi ya)
    Selim abi’ye katılıyorum ve onun yazısına saklıyorum diğer düşüncelerimi.

    Senin dediğin gibi Zeynep: “Akademisyen kuramla uygulamacının yoluna ışık tutacak, uygulamacı da elindeki veri ile akademisyeni besleyecek ki daha hızlı ilerleyebilelim. Bilgimizi, deneyimlerimizi, bulgularımızı birbirimizle paylaşacağız ki yol alabilelim. Birbirimizi dışlayarak ancak olduğumuz yerde dönüp dururuz”

    Reply
  • 15. Onur Yüksel  |  January 8, 2007 at 3:36 pm

    “Medeniyetler arası çatışma” bu teoriyi son zamanlarda çok duyar olduk. Guru mudur? gulu gulu mudur? bilinmez “Medeniyetler arası Pazarlama” nın tam ortasında duran, çağırdığında gelen, üstüne para isteyen şekilsel güzellik.

    Selim Abi çok güzel özetlemiş 17 maddede. Selim Abi’nin “Affına Sığınarak” şu soruyu soruyorum nasıl guru olunurr? çok kolay. Şöyle ki.

    Ünlü İsveç Pazarlama Gurusu Selim Tuncer (menşeinin yabancı olması çok önemli bir faktördür) 17 madde de pazarlamanın ne olduğunu anlatıyor. Öğrenci 250 YTL Tam 300 YTL.

    saygılar…

    Reply
  • 16. Zeynep Özata  |  January 8, 2007 at 3:43 pm

    Bu biraz İsveç şurubu gibi olmuş yahu 🙂 Akademisyene kaça olur?

    Cengiz’cim biz bekleriz senin yoğunluğunun geçmesini. Yarın yaz, öbür gün yaz ama yaz lütfen sen de düşüncelerini.

    Reply
  • 17. A. Selim Tuncer  |  January 8, 2007 at 4:42 pm

    Cengiz, Zeynep’in yazısından cımbızladığın paragraf gerçekten de her şeyi çok güzel özetliyor.

    Reply
  • 18. A. Selim Tuncer  |  January 8, 2007 at 5:39 pm

    Onur’unki İsveç şurubundan ziyade 17 aletli İsveç çakısı gibi olmuş, beni de arada gulu gulu diyerek harcayıvermiş:)

    Reply
  • 19. A. Selim Tuncer  |  January 8, 2007 at 7:26 pm

    Düzeltme: Tabii ki ‘İsviçre çakısı’ olacaktı!

    Reply
  • 20. zeynepozata  |  January 8, 2007 at 8:06 pm

    İsveç şurubu da her derde deva imiş ya, ben de o bakımdan şey etmiştim 🙂

    Reply
  • 21. A. Selim Tuncer  |  January 8, 2007 at 8:49 pm

    Sana bir şey söyleyeyim mi Zeynep? Yukarıdaki uzun yorumun yazının aslını da aşmış, çok açıklayıcı olmuş vallahi! Diyalog monologdan daha verimli sonuçlar doğruyor işte…

    Reply
  • 22. zeynepozata  |  January 8, 2007 at 8:57 pm

    Bence de. Etkileşim kafamı çalıştırmış demek ki.
    Onu yeni bir yazı olarak koyayım mı sayfaya? Yoksa yeni bir uzun yazıya daha tahammülünüz kamadı mı?

    Reply
  • 23. A. Selim Tuncer  |  January 8, 2007 at 10:00 pm

    Buradaki işlevi bittikten sonra koy bence…

    Reply
  • 24. Alper Akcan  |  January 9, 2007 at 7:56 am

    Porter da pazarlamacı, ben de mühendisim…

    Şirketinizin muhasebecisi de pazarlamacı, üretim bandında maliyeti 1 YKr düşürebilecek üretim şefi de…

    Reply
  • 25. A. Selim Tuncer  |  January 9, 2007 at 9:14 am

    Tebrikler Alper, olayın özü bundan, gerisi teferruattan ibarettir. Kaliforniya’dan bir mühendisin, Mert Ulaş’ın “Pazarlamacı uyan artık bu ürün senin!” başlıklı yeni bir yazısını dikkatlerinize sunmak istiyorum. Mert’in yazısının, tartışılan konuyla ilgili yanları olduğu gibi yazarı da mühendis!

    Reply
  • 26. Cengiz Ç.  |  January 9, 2007 at 10:23 pm

    Mert’in bakış açısı gerçekten tüm tartışmaları noktalayacak nitelikte. Uzun süredir Mert’in yazılarını takip ediyorum. Onun pazarlamacı gibi düşündüğünü biliyorum. Bir Mühendis ama bir pazarlamacı gibi de düşünebiliyor. Şimdi Mert sen git işini yap bizim işimizi yapma, biz o işi yaparız mı diyelim Mert’e. Bunu kim diyebilir ki! Söyledikleri doğru mu? Doğru! Peki Mert’in bunları diyebilmesi için MBA mı yapması gerekiyor? Hayır. Farkındalığı yüksek olan tüm mühendisler bunu diyebilir. İyi ki de diyor. Ben onun yazılarından güzel şeyler çıkartıyorum. Bize diyor ki Mert! Ben pazarlamacı olmadığım halde bunları düşünebiliyorsam, siz de bir zahmet biraz mühendis gibi düşünün. Biraz mühendis gibi bakın hayata. Bakın disiplinlerarası işbirliği ne kadar güzel iletişimlere yol açıyor.

    Biraz sonra yazacaklarım benim, bu konudan kendimce çıkardığım sonuçlar ve farkına vardığım, gözlemlediğim şeyler.

    Hayat tek pencereden ibaret değildir. Hayatın bir çok penceresi vardır. Bu pencereleri görmek için, bunları görmeyi istemek ilk şart. Mesela Robin Sharma okuyup (ben de okumaya çalıştım ama okuyamadım) bilgelik arayanlar, yanı başlarında duran Mesnevi ciltlerini ellerine bile almıyor ! Sharmanın kitabı Mesnevinin milyonda birini veremez ki! Ama görmüyoruz. Çünkü tek pencereden bakmaya, sadece o pencereden geleni almaya alışmışız bir kere. Keskin kenarlı düşünüyoruz. Oysa daha esnek olabilmeliyiz. Biz görmedik ama Unesco 2007’yi Mevlana yılı ilan etti. Biz hala göremiyoruz. Pencerelerinizi açın!

    Şimdi gelelim Guru kısmına.

    Guru dinlemeyi herkes seviyor. Yabancı guru denince bol sıfırlı ve dolarlı fiyatlar geliyor. Hani öyle bir para ödüyoruz ki tek seferde, o guru bizi kurtacak zannediyoruz. ( buna asronomik rakamlar yol açıyor olabilir. ) Oysa o gurular da iş hayatlarında çeşitli şirketlerde yıllarca mücadele etmişler. Bir Kawasaki veya Zyman neler yapmış bir düşünün?

    Bu adamların başarısının, onları dinlemekle bize geçeceğine (bir tür enerji olduğunu söyleyenler de var), bu adamları dinlemekle şirketimizdeki tüm problemleri çözeceğimize veya bu adamlardan bir kaç tüyo kapabileceğimize inanabiliriz. Sadece ak yüzünü görmeye veya ben de eksik kalmayayım diye de gidebiliriz, nedenler çok. Nedenler çok da sonuçlar az!

    Peki gurular genellikle nasıl çalışıyor? Benim gözlemlerime göre bu adamlar, bir kaç şirkette isim yaptıktan, birkaç dev başarıya imza attıktan sonra, kendi danışmanlık şirketlerini kurup, şirketlere danışmanlık yapmaya, bu sırada kitap yazmaya ( Yalnız burada çok önemli bir nokta var : Kitap isimleri oldukça yaratıcı oluyor! Hatta en önemli şey kitabın ismi “Mor İnek” – “Bildiğimiz pazarlamanın sonu” – “Devrimciler için kurallar” – “Rakiplerinizi çıldırtmanın yolları” – “Bütün pazarlamacılar yalancıdır” – “işinizi yeniden yaratın” v.s.) başlıyorlar. Böyle bir isim bulamazsanız, guruluğu unutun yani 🙂 Kitaplar, konferanslarını özünü oluşturuyor genelde. Konferans sunumları kitabın özeti niteliğinde oluyor. Yani bazen sadece kitabı alıp işi ucuza da kurtarabilirsiniz.

    Guru olmanın başka bir kuralı da bir pazarlama çeşidi icat etmek veya etmiş gibi yapmak . Yani tüm pazarlamaya yaklaşmıyorlar da pazarlamadan bir dilim seçiyorlar veya yeni bir dilim ekliyorlar (kendi pazarını kendin yarat rakibin olmasın) Bu yeni dilim (Godin/farklılaşma – Kawasaki/Devrim – Tom Peters/yaratıcılık v.s.) ile birlikte, ilk kitapları yayınlanır yayınlanmaz, büyük bir kitleyi peşlerine takmayı başarıyorlar. Zaten geçmişteki başarıları bu ünlerini çok destekliyor.( Sharma gibi guruları katmıyorum bu pazarlama guru-huna. o ayrı bir rüzgarın parçası)

    Yeni olan her zaman tutulur. Hele eskiyi hiç bilmiyorsanız. Çünkü, yeniler çok heyecanlandırıyor.ve uygulanması çok kolay görünüyor. Mesela tüm tiyatro toplulukları ilk kurulduklarında mutlaka bir kaç “Deneysel oyun uyarlaması” yapmaya çalışırlar. “Abi geç ya, klasik tiyatro bunaltı aşmalıyız bunları” sözleri çok duyulur. Oysa bu adam daha, çehovun oyununda sahnede duvarda asılı duran tüfeğin niye oyunun sonuna kadar patlamak zorunda olduğunu bilmez. Klasik tiyatro nedir, antik yunanda neler olmuştur bilmez. Hızlıca ve kısaca bir deneysel tiyatroya dalar. Genellikle ortaya çıkan oyun seyirci atrafından anlaşılmaz ve saçma bulunur. Ama bu kişi yabancı örneklere bakıp bunu yapacağını sanmaktadır. bir Godot’da saçma tiyatro der. Ama bu tiyatroyu oynayan oyuncuların nasıl bir tiyatro eğitiminden geçtiğinden nasıl yıllar süren bir alt yapıdan geçtiğinden habersizdir. O yapmış biz de yaparız. Yaparsın da kendin bile anlamazsın. Pazarlamaya geri dönersek, biz de 5 dakikada gerilla pazarlama yapacağımızı sanıyoruz bu deneysel tiyatro yapanlar gibi. Tom peters gibi şirketi yenileyeceğimizi düşünürüz. Oysa bu şirketin alt yapısı buna hazır mı? Bilemeyiz ve bilmek istemeyiz. bizden satışları tavana vurmamız istenir ama biz kolay yoldan bunu yapabileceğimizi sanırız. Tek bir pazarlamacı ile şirketin yürüyeceğini sanırız.,

    Gurular, zamanın önemini ve hızı iyi biliyorlar. Bazı fırsatçı gurular ise, bu mucize bulmaya karşı olan zaafımızı da biliyorlar.

    Uzun uzun pazarlama yapmaya ne gerek var! Pazarlama mutfağına seslenin, “Çek bir gerilla pazarlama” . “Çek bir mor inek” bugün farklılaşmak istiyorum. Çek bir innovasyon
    Fast Marketing (bakın bir tür de ben buldum) diyorum bazen. Uzun boylu pazarlama planlarına, stratejilerine, şirketin kurumsallaşmasına ne gerek var. Yap ordan bir orta şekerli innovasyon olsun bitsin. Yapmak kolay ya. Tom peters dinleyince mühendisleriniz yaratmaya mı başlayacak birden. Zaten ipod da 5 dakikada bulundu. Steve Jobs’un şirketin temellerini attığı uzun ve zorlu yılların hiç önemi yoktu değil mi! Olanlar bir birikimin sonucu. Demek ki guruları dinlerken bizdeki birikimi ve altyapıyı da sorgulamalıyız. yenilik güzel, “her şeyi değiştiriyoruz, tüm eski kuralları yıkacağız ve yeni baştan yaratacağız şirketi ve her şey güzel olacak!” sonuç! Yıkım. Çünkü alt yapı yok!

    Ben öğrenmeyi seviyorum, o yüzden guruları da severim, ama tek başlarına yeterli olamazlar. Olmamalılarda. Belki bir başlangıç etkisi belki de denyimlerini, enerjilerini almak için dinleyelim. Ama hayatımızı kurtaracaklarını düşünmeyelim. Ne güzel bir sürü guru var, bir sürü kitap var. Birine saplanmayalım. Hepsinden alabildiğimizi alalım. Tom Peters okuyalım,(eskileri yıkın, yenileri yaratın) ama Zyman’ın sonuç=satış’ını da unutmayalım. İkisinin çarpışmasını ve zıtlığını inceleyelim. Hepsinden yararlanabiliriz. Ama müritleri olmayalım. Hayat bir çok pencereden ibarettir. Benim bilfiğim pazarlama da öyledir.

    Kurtuluş reçetesi değiller ama yok sayılamayacak kadar da mükemmel fikirler ürettiklerini unutmayalım.

    Gelelim Akademik alana. Sektör ve akademisyenler iş birliği yapmalı. (Bu blogta olduğu gibi) Zeynep ve benim ve diğer arkadaşların arasında olduğu gibi karşılıklı iletişim ve iş birliği olmalı. Akademisyenler daha çok kuramcı. Yani kuram ortaya atabilirler ve öğretebilirler ama bu kuramı denemek bize düşüyor. Biz uygulamacıyız. Biz uygulamadan, onların söylediklerinin doğru veya yanlışlığını anlayamayız. Akademisyenlerde bana göre eksik olan kısım, piyasadan uzak olmaları. Bu durum mezun olan öğrencileri de etkiliyor. Mezun olunca, sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Oysa piyasayı iyi gözleseler, pazarı iyi bilseler, her şey daha güzel olacak. Bir de akademisyen, akademik yazı deyince, birden sıkıcı yazılar geliyor insanın aklına. Aslında guruların yaptığını akademisyenler de bal gibi yapabilirler. ama biraz yaptıklarını pazarlamaya ihtiyaçları var. Onların yıllardır söylediğini Godin bir kitapla dünyaya duyurdu. Godin’in imajı, kitap adı, söylem tarzı, bloğu. Hepsi onun çok tanınmasını sağladı. Aynısını bir akademisyen yapsa o da çok tanınmış bir guru olabilir. Yani yine pencereler olayına geliyoruz. Akademik pencere haricindeki pencereden de bakmalı. Pencere çok. Yeter ki bakmak isteyelim.

    Guru olmaya en yakın gruptan biri de Akademisyenler. Çünkü bunun için daha çok araştırma yapma, okuma, ve zaman fırsatları var. Ayrıca zaten hocalar. Herkes onları dinler. öğrencilerine anlatacaklarına dışardakilere de anlatabilirler (anlatanlar da var) Ama bunu yaparken klasik ders anlatma şablonundan uzaklaşıp, teknolojiyi de yanlarına anlatıp , anlatımlarını güzel sunumlarla destekleyip yapmalılar. Ders/Hoca denince herkes sıkılıyor birden. Ama sunum/guru denince gözleri parlıyor insanların.

    Diğer guru olmaya yakın grup ajanslarda ve danışmanlık firmalarında çalışanlar. Bunlar guru potansiyeli taşıyorlar. Çünkü genellikle şirketlere bunu yapıyorlar zaten. danışmanlık birikimleri, guru sunumları haline geliyor. Şu aralar Türkiyede guru olma veya konferanslarda konuşma ayrıcalığı danışmanlık/pazarlama ajanslarının elinde gibi görünüyor. Bir de tanınmış büyük/başarılı şirketlerin üst düzey yöneticileri de guruluk potansiyeli taşıyor.

    Sonuç : Zaman farkındalık zamanı. Zaman bilgi zenginliği zamanı. Zaman hız zamanı. “Kendine ne değer katacaksan kendin katacaksın.” Gurular, akdemisyenler, kitaplar, şirketin, müşterilerin, personelin, hayatın kendisi, hepsi birer pencere, tüm pencerelerimizin açık olması gerekiyor bir pazarlamacı olarak. Diğerlerini, reddetmemiz veya afaroz etmemiz değil, kabul etmemiz ve bize katacağı değeri düşünmemiz gerekiyor.

    Reply
  • 27. A. Selim Tuncer  |  January 10, 2007 at 12:12 am

    Gurularla pazarlama çeşitli arasında bir peygamber-din ilişkisi gözlemlemek mümkündür. Bu bakımdan “Guru olmanın başka bir kuralı da bir pazarlama çeşidi icat etmek veya etmiş gibi yapmak.” cümlesi isabetli bir yargıyı ortaya koyuyor Sevgili Cengiz. Yeni kuramsal yaklaşımlara her zaman ihtiyaç olacağını kabul ediyor, ancak bunlara bir yaklaşım (approach) olarak yaklaşılmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Hatta, uzun zamandır, aşırı heyecanlar yerine temkinli olmak gerektiğini de söylüyorum. Bu konuda Sevgili İsmail Kaya hocamızla karşılıklı bir müzakeremiz de olmuş, son olarak Pazarlama, pazarlama yaklaşımları ve anlambilimsel bir kavram olarak meronimi… yazısını kaleme almıştım. (Tüm ilgili bağlantılar bu son yazıda var.)

    Tabii İsmail Hoca’nın konuya yaklaşımı biraz daha farklı. Kendisi bu gelişmeleri bir zenginlik ve renklilik olarak görüyor. Ben de buna önemli ölçüde katılıyorum, ancak “temkin” meselesini belki biraz daha fazla önemsiyorum. (Tabii belki de abartıyorum.)

    Geçen günlerde, Sevgili Hocam, pazarlama çeşitleriyle ilgili olarak Daha renkli, daha zengin, daha yaygın, daha güçlü başlıklı bir yazı kaleme aldı. Kayıt düşmek için, bugün itibariyle gündemde olan çeşitleri sıraladı yazısında… Üşenmeden saydım, 247 (yazıyla ikiyüzkırkyedi) adet çeşit olduğunu müşahade ettim.

    Yani, tatil günlerini dışarıda tutacak olursak, bir yılın her gününü dolduracak konferans konusu var:)

    Reply
  • 28. Zeynep Özata  |  January 10, 2007 at 9:00 am

    Cengiz’in pencere benzetmesi çok hoşuma gitti. Her yeni pencere, yeni bir bakış açısı… Farklı pencelerelerden baktığımızda olguların yeni yüzlerini görme şansını da elde ederiz.

    Reply
  • 29. Zeynep Özata  |  January 10, 2007 at 9:06 am

    Selim Tuncer’in sözleri ise kafamda şu soruların dönmesine neden odu. Sadece pazarlamada değil, neredeyse yaşamın her alanında bir parçalanmadan (fragmantation) bahsettiğimiz bir dönemde, bütünlüklü kuramlar inşa etme şansımız azalıyor mu acaba? Artık bir tür küçük yaklaşımlar çağına mı giriyoruz? Bu yüzden mi pazarlamanın önüne gelen eklerin sayısı bu denli arttı? Bilmiyoırum. Söyledikleri sonrasıında aklımda birden bunlar beliriverdi.

    Sayın İsveçli gurumuzdan cevapları bekliyoruz 🙂

    Reply
  • 30. A. Selim Tuncer  |  January 10, 2007 at 11:39 am

    Bu soru kazık oldu, çalışmam lazım Hocam:)

    Reply
  • 31. zeynepozata  |  January 10, 2007 at 6:12 pm

    🙂

    Reply
  • 32. Mert Ulas  |  January 11, 2007 at 2:06 am

    Yazimi begenmenize cok sevindim bende Zeynep Hanim’in yazdiklarini ve buradaki yorumlari zevkle okuyorum ve bana muhendislik alaninda olmasa bile dusunce mantigi konusunda oldukca yararli oluyor bu tartismalar.

    Yaziyla ilgili olarak, bence o gurularin cogunun arkasinda buyuk bir bilgi, tecrube ve deneyim birikimi var ama bunlarin hepsini 2 saatte aktaramazlar bu sebeple klasik amerikan stili ile fikirlerini paketleyip kullanilabilir (ve tuketilebilir) hale getirip onu pazarliyorlar onumuze. Bir bakima fast food gibi.

    Butunluklu kuramlar mantigina gelince, bence bu devirde hersey o kadar hizli gelisiyor ki bu kavramlari sakin kafayla oturup butunlestirecek iliskileri kurmakta gucleniyoruz cunku bu kadar hizli gelisim icinde ilgimiz hep yeni bir gelismeye cekiliyor ve ana resime uzaktan bakmak guclesiyor bu gelismelerin etkisinde oldugumuz icin. Butunu kapsayan genel bir kuram/formul bulmak icin yasadigimiz ani tam olarak kafamizda yerlestirmemiz gerek halbuki tam anladim dediginiz anda yeni bir gelisme cikiyor. Ornek olarak klasik fizik kanunlari uzun bir sure gecerliydi, sonra Einstein modern fizigi kurdu ama daha sonra kuantum fizigi kavrami ortaya cikti ve hala gunumuzde bile kuantum fizigi ile modern fizik nerede kesiyor, kuantum fizigi tamamlanmis bir model midir kesinlesmis degil. Iste pazarlamada da bu sekilde bence, ortada bir cok yenilikci ve dogru yanlari olan fikir var ve elbet yeterli bilgiye sahip oldugumuzda bunlari tek bir cati altindas toplayabilecegimize inaniyorum.

    Benim kendi yazimda deginmek istedigim bir diger konu ise artik pazarlamaci sadece urunu pazarlamak ile ugrasmaktan ziyade urunun eksik gordugu yanlarini da gelistirmeli olduguydu. Mesela herkes Ipod’un pazarlama kampanyasinda calismak isterdi ama pazarladiginiz daha farkli bir urunse bu urunun ipod’dan eksik yanlari neler, nasil gelistirebilirim diye de dusunmeli artik pazarlamaci.

    Bir de sormak istedigim baska birsey var, belki tartismalarda atlamisimdir ama acaba neden Selim Bey’e Isvecli deniyor? 🙂

    Reply
  • 33. zeynepozata  |  January 11, 2007 at 8:02 am

    E Selim Abi aslen İsveçli o bakımdan öyle diyoruz 🙂
    Epeyce bir yukarılarda Onur Yüksel’in yorumu var. Ona bakman gerekiyor İsveçli konusu için.

    Şİmdi bir ödev yetiştiriyorum. Bitirir bitirmez tartışmaya katılacağım arkadaşlar.

    Reply
  • 34. A. Selim Tuncer  |  January 11, 2007 at 2:22 pm

    İsveçli değil de, bir geyiğin kurbanı diyebilirsin bana Mert:)

    Reply
  • 35. A. Selim Tuncer  |  January 11, 2007 at 2:24 pm

    Bu arada, bana sorduğun sorunun cevabını Mert vermiş Zeynep, benim de ders çalışmama gerek kalmadı. Bana makul geldi, var mı bir itirazın?

    Reply
  • 36. zeynepozata  |  January 11, 2007 at 6:13 pm

    Yoktur.

    Reply
  • 37. Pazarlama Cadısı  |  January 12, 2007 at 10:49 pm

    Cidden boş bırakmaya gelmiyormuş. Bir hafta sadece. Yoğunluktan gelip bakamadım birkaç gündür ve 36 yorum olmuş 🙂 Ne tartışılır konudur. Maşallah diyelim önce. Bu yüzden Temel ve Dursun ikilisinin bitmek bilmeyen fıkraları gibi pazarlamacıyla mühendisin fıkraları var 🙂

    Herkesin fikirlerine saygı duymakla birlikte 2007′ den dileğimin 2020′ den önce gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Yine de isteyenin bir yüzü kara düşüncesine sığınarak bir gün gerçekten herkesin kendi işini yaptığı, pazarlama uzmanı olmak için ” tamam ben pazarlamaya soyunuyorum” dedikten 2 sn sonra pazarlama uzmanı olunmayan, daha doğrusu olunamayan bir sektör istiyorum.

    İstiyorum ki ben de elime geçirdiğim ilk iletkenle elektirik devrelerine dalmayayım. Birileri bana önce neyin iletken neyin yarı iletken olduğunu ve hatta iletkenin ne demek olduğunu öğretsin, anlatsın ve sonra aşamalardan geçebilirsem beni devrelerle başbaşa bıraksınlar 🙂 Kimbilir belki hala keşfedilmemiş iletkenler veya yarı iletkenler vardır? Var mıdır? Bilmem.

    Reply
  • 38. zeynepozata  |  January 13, 2007 at 7:44 pm

    Aslında Burcu’nun söylemek istediği sanırım temelde şu: Mühendisten de pazarlamacı olur ama önce bu konuda kendisini eğitmesi gerekir.

    Yanlış mı anlıyorum Burcu?

    Reply
  • 39. Pazarlama Cadısı  |  January 13, 2007 at 8:58 pm

    kesinlikle söylediğim bu. Bu işin bir standarda oturması gerekiyor. Birşeyleri aşmış ve kanıtlamış olması gerekiyor.

    Reply
  • 40. Cengiz Ç.  |  January 13, 2007 at 11:37 pm

    Artık kimin ne söylediğini veya söylemek istediğini ben anlayamıyorum. Şu “Gerçek pazarlama uzmanları” sözüne takıldım. Bu, ” Beyaz pazarlamacılar” gibi bir şey mi 🙂

    Acaba neyi aşmış ve kanıtlamışlardır ki “pazarlama uzmanı” sıfatını hak etmişlerdir.

    40 yıldır bu işin içinde olan Selim abi bile şunları diyor:

    “Ben pazarlamacıyım demekten çekinirim. Değilim çünkü… Pazarlama iletişimi sektörünün bir ferdi olarak, pazarlamaya hizmet edenler arasında yer alıyorum. Her ne kadar, kendimize pazarlama blogları diyorsak da, bu zengin çeşitlilik içinde benim gibi pazarlamacı olmayan başka arkadaşlar da mutlaka vardır. Ancak ortak noktamız şu ki, kimsenin çıkın gidin diyemeyeceği bir “bağ” ile pazarlama dairesi içinde yer alıyoruz.Pazarlama camiası akademisyeninden uygulamacısına kadar çok büyük bir camiadır. Pazarlama da, bu kompleks yapısıyla tek başlarına “gerçek pazarlama uzmanları”nın altından kalkabileceği bir iş değildir. Hepimiz birbirimize muhtacız, yeter ki her şeyi bildiğimizi söylemeden, önce haddimizi bilelim.”

    Bize de , öğretim yeterli değil, eğitim de şart demek kalıyor!

    Reply
  • […] 14th, 2007 Geçen hafta yayımladığım ‘Bir “guru” olamadık ki sözümüz dinlensin…‘ başlıklı yazıma öyle güzel yorumlar geldi ki onların sayfalar arasında kaybolup […]

    Reply
  • 42. mustafa emin gul  |  August 22, 2007 at 9:08 am

    bu tartışmaları okudukça pazarlamacı olma fikrim pekişiyor.okulda en iyi pazarlama kitabı olarak tanıtılan kotlerin marketing management kitabı bile pazarlamada yetersiz kalıyor. türkiyede yazılan tam teşekküllü kitap var mı bilmiyorum,kütüphanelerde gördüğüm yine kotlerin çeviri kitabı raflarda yerini almış.her ne kadar türkiye şartlarına uygunluğu tartışılsa da,türkiyeden bir kotler çıkmadıkça o kitaplar raflarımızı süsleyecek gibi duruyor.

    Reply

Leave a comment

Trackback this post  |  Subscribe to the comments via RSS Feed


"Uygulamaya elvermeyen teori anlamsız, teoriye dayanmayan uygulama ise kısırdır." Leonardo da Vinci

İletişim

Arşiv

Yakın Takip

Subscribe in NewsGator Online

Subscribe in Bloglines

Ziyaretçilerde Son Durum

  • 358,992 hits
free webpage counters