Posts filed under ‘Serbest Dalış’

Hayat tek pencereden ibaret değildir…

Cengiz Çatalkaya‘nın yazıya yorumu;

Mert’in bakış açısı gerçekten tüm tartışmaları noktalayacak nitelikte. Uzun süredir Mert’in yazılarını takip ediyorum. Onun pazarlamacı gibi düşündüğünü biliyorum. Bir Mühendis ama bir pazarlamacı gibi de düşünebiliyor. Şimdi Mert sen git işini yap bizim işimizi yapma, biz o işi yaparız mı diyelim Mert’e. Bunu kim diyebilir ki! Söyledikleri doğru mu? Doğru! Peki Mert’in bunları diyebilmesi için MBA mı yapması gerekiyor? Hayır. Farkındalığı yüksek olan tüm mühendisler bunu diyebilir. İyi ki de diyor. Ben onun yazılarından güzel şeyler çıkartıyorum. Bize diyor ki Mert! Ben pazarlamacı olmadığım halde bunları düşünebiliyorsam, siz de bir zahmet biraz mühendis gibi düşünün. Biraz mühendis gibi bakın hayata. Bakın disiplinlerarası işbirliği ne kadar güzel iletişimlere yol açıyor.

Biraz sonra yazacaklarım benim, bu konudan kendimce çıkardığım sonuçlar ve farkına vardığım, gözlemlediğim şeyler.

Hayat tek pencereden ibaret değildir. Hayatın bir çok penceresi vardır. Bu pencereleri görmek için, bunları görmeyi istemek ilk şart. Mesela Robin Sharma okuyup (ben de okumaya çalıştım ama okuyamadım) bilgelik arayanlar, yanı başlarında duran Mesnevi ciltlerini ellerine bile almıyor ! Sharmanın kitabı Mesnevinin milyonda birini veremez ki! Ama görmüyoruz. Çünkü tek pencereden bakmaya, sadece o pencereden geleni almaya alışmışız bir kere. Keskin kenarlı düşünüyoruz. Oysa daha esnek olabilmeliyiz. Biz görmedik ama Unesco 2007′yi Mevlana yılı ilan etti. Biz hala göremiyoruz. Pencerelerinizi açın!

Şimdi gelelim Guru kısmına.

Guru dinlemeyi herkes seviyor. Yabancı guru denince bol sıfırlı ve dolarlı fiyatlar geliyor. Hani öyle bir para ödüyoruz ki tek seferde, o guru bizi kurtacak zannediyoruz (buna asronomik rakamlar yol açıyor olabilir.) Oysa o gurular da iş hayatlarında çeşitli şirketlerde yıllarca mücadele etmişler. Bir Kawasaki veya Zyman neler yapmış bir düşünün?

Bu adamların başarısının, onları dinlemekle bize geçeceğine (bir tür enerji olduğunu söyleyenler de var), bu adamları dinlemekle şirketimizdeki tüm problemleri çözeceğimize veya bu adamlardan bir kaç tüyo kapabileceğimize inanabiliriz. Sadece ak yüzünü görmeye veya ben de eksik kalmayayım diye de gidebiliriz, nedenler çok. Nedenler çok da sonuçlar az! (more…)

January 14, 2007 at 4:02 pm 2 comments

Birbirimizi dışlayarak ancak olduğumuz yerde dönüp dururuz

Benim yazıya yaptığım yorum;

Selim Tuncer konuyu epeyce derinlemesine incelemiş ama yazmazsam içimde kalır. Hadi buyurun bakalım.

Alper yorumunda “Farklılaşma daha önce yok muydu? Vardı ama bu kadar sistematik olarak yoktu” demiş. Ben farklılaşmayı ve önemini 1994 yılında Kotler’den okuyup öğrendim. Godin’in kitabından yaklaşık 10 yıl önceye denk geliyor. Kotler farklılaşmayı konumlandırma başlığı altında ele alır ve pazarda rakiplere karşı avantaj kazanabilmek için kullanılabilecek bir strateji olarak farklılaşmadan bahseder. Farklılaşmanın farklı alanlarda gerçekleştirilebileceğini söyler; Üründe, insanda (çalışanlarda), hizmette, imajda/algıda (iletişimde) veya kanallarda (bu 1994 baskısında yoktu sonradan 2006 baskısında eklendiğini gördüm) farklılaşmaya gidilebileceğine değinir. Burada söylemediği tek şey var, o da süreçte (ya da iş yapma şekillerinde) farklılaşma. O kadar eksik kadı kızında da olur diyorum.

Porter ise kullanılabilecek üç temel rekabet stratejisi içinde sayar farklılaştırmayı. Diğer ikisi ne diyecek olursanız, birisinin maliyet liderliği olduğunu hatırlıyorum ama üçüncüsü odaklanma mıydı ondan emin olamıyorum. Neyse asıl konuyu saptırmayalım. Biraz önce akademik makalelerin yer aldığı veri tabanlarında ufak bir tarama yaptım. “Differentiation and marketing” anahtar kelimeleriyle ilişkili, 2003 Mayıs ayı (Godin’in kitabının yayım tarihi) öncesinde yapılan 550 makale getirdi bana. Hadi diyelim ki bunların yarısı doğrudan ilgilendiğimiz konuyla ilgili. Bu makalelerinde ortalama 10 sayfa olduğunu varsayalım. Genelde daha uzun olurlar ama hesap kolay olsun. Ne yaptı, yaklaşık 2500 sayfa özgün içerik. Çalışmaların 1980’lerin ortasından başladığını söylemeliyim. Üstelik bu sadece tek bir veri tabanı. Godin’in farklılaşma konusuna yeni bir bakış açısı getirmediği konusunda Selim Tuncer’e katılıyorum ama benim gelmek istediğim nokta başka.

Gelelim postmodern pazarlama konusuna. Postmodern Pazarlama kavramı üzerinde çalışan akademisyenlerden en bilineni Stephan Brown. Şimdi baktım, kitabı 1995 yılında yayınlanmış. Diğer önemli isimleri saymak gerekirse, Fuat Fırat, Dholakia ve Hirschman ilk anda aklıma gelenler ve 90’ların ortalarından bu yana konu üzerinde çalışıyorlar. Ayrıca postmodernizm ve tüketim üzerine yazan Featherstone ve Baudrillard’ı da unutmamak gerekiyor.

Şimdi bunları neden sayıyorsun, bize hava mı atıyorsun demeyin. Estağfurullah, böyle bir amacım yok. Elinin altında Internet olan her okuyucu bu bilgilere kolaylıkla ulaşabilir. Söylemek istediğim, bu adamların yazdıklarının uzaydan gelmediği. Bir birikimin, var olan kuramsal temellerin üzerine oturdukları. Elbette ki konuya yeni bakış açıları getiriyor ve hatta akademisyenlerin de dikkatlerini bu yeni bakış açılarına çekiyor olabilirler. Ama bu konuların daha önce bu kadar sistematik olmadığı fikrine katılmam mümkün değil. Bu biraz insafsız bir yargı olur. Bunca akademisyen onlarca yıllarını heba mı ettiler yani?

Ben bu yazarları okumayın demiyorum. Okuyun elbette, ama okumalarınızı tek yönlü yapmayın diyorum. Eğer farklılaşma üzerine çalışıyorsanız bağlı kalacağınız tek kaynak Godin olmamalı. Bu konuda yazılan, çizilen onlarca şey var. Eğer bir pazarlama uzmanıysanız bunlardan da haberdar olmalısınız diyorum ve ne kadar bilgili olursanız sap ile samanı o kadar iyi ayırt edersiniz diyorum. Yani, aslında baktım da çok da kötü bir şey demiyormuşum. (more…)

January 14, 2007 at 3:59 pm Leave a comment

Kimsenin çıkın gidin diyemeyeceği bir “bağ” ile pazarlama dairesi içinde yer alıyoruz

A.Selim Tuncer‘in yazıya yapmış olduğu yorum;

Yazında adım geçtiği için herhalde benim de bu müzakere ortamına katılmam gerekir diye düşünüyorum. Düşünmesine düşünüyorum da, bir senin yazını okuyorum, bir Burcu’nun yazını, bir türlü topa nereden gireceğime karar veremiyorum.

Aslında benzer konulara değinilse bile, anafikri ve vardığı sonuçlar açısından iki farklı yazıyla karşı karşıyayız. Ancak, sayende iki yazı arasında bir ilinti kurulmuş olduğu için her ikisini birden değerlendirmek yararlı olacaktı. Ama bunu da “yorum” sınırları içinde gerçekleştirmek oldukça zor. Bu nedenle Pazarlama Cadısı’nda dile getirilen diğer görüşlerle ilgili değerlendirmelerimi daha sonraya bırakıp ben de şu “guru” meselesine odaklanayım.

1.
Bir defa “guruluk” diye bir meslek yoktur. Olsa bile, kelimenin anlamı itibariyle bu kadar çok guru olmaz/olamaz.

2.
“Şeyh uçmaz, mürit uçurur.” sözüne uygun olarak onları guru yapan biziz. Daha doğrusu, konferans biletlerinin daha yüksek bedellerle satılabilmesi için böyle parlatmalara ihtiyaç var.

3.
Burcu’nun “pazarlama uzmanları” olarak tanımladıklarının içine bu gurular giriyor mu tam emin olamadım. Ancak ortaya çıkan “uzman” kriterlerini göz önünde bulunduracak olursak onların da işi zor. Çünkü bu guruların önemli bir bölümü “mektepli” pazarlamacı değil.

4.
Bunun önemsemiyorum ve bu konuda Burcu’ya katılmıyorum. Neden katılmadığımı biraz daha ayrıntılı olarak bir ara dile getirmeye çalışacağım. Cengiz Çatalkaya’nın Burcu’nun yazısına yaptığı yorumun önemli bir bölümüne de iştirak ediyorum.

5.
Bu arada Burcu’nun yaşadığı kaygıları ve içinde bulunduğu psikolojiyi anlamıyor da değilim.

6.
Benim Karnaval’ın giriş yazısında şöyle bir düşünceyi dile getirmiştim:

“Ben pazarlamacıyım demekten çekinirim. Değilim çünkü… Pazarlama iletişimi sektörünün bir ferdi olarak, pazarlamaya hizmet edenler arasında yer alıyorum. Her ne kadar, kendimize pazarlama blogları diyorsak da, bu zengin çeşitlilik içinde benim gibi pazarlamacı olmayan başka arkadaşlar da mutlaka vardır. Ancak ortak noktamız şu ki, kimsenin çıkın gidin diyemeyeceği bir “bağ” ile pazarlama dairesi içinde yer alıyoruz.

Evet, gerçekten ‘pazarlamacı’ olan arkadaşları ayrı tutacak olursak, başta ben olmak üzere hepimiz zaman zaman pratik deneyimlerimizi aktarırken zaman zaman ukalalıklar da yapmıyor değiliz. Belki, başka hiçbir sektörde bu ölçüde “destursuz bağa girme” cüreti yoktur. Bu “bağ”ın güzelliği de buradadır işte… Bu hafta, bu “bağ”a gönül vermiş, eli kalem tutan, söyleyecek sözü olan birçok blog sahibine ev sahipliği yapıyorum. Böyle bir zenginliği, başka hiçbir sektörde bulamazsınız. Okuduklarınızla iki şeye tanık olacaksınız, biri konu zenginliği ve çeşitliliği, ikincisi ise burada yer alan hiçbir yazarın hiçbir biçimde birbirlerinin yerine ikame edilemeyeceği gerçeğidir. Bu nedenle de hepimiz birbirimizden bir şeyler öğrenirken yine hepimiz binlerce insana bir şeyler öğretiyoruz.” (more…)

January 14, 2007 at 3:56 pm 2 comments

Bir “guru” olamadık ki sözümüz dinlensin…

Geçtiğimiz hafta Pazarlama Cadısı “2007’den tek dileğim var” başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıda “Pazarlama profesyoneli kimdir?”, “Nasıl pazarlama uzmanı olunur?”, “Ne yer, ne içer bu pazarlama uzmanları?” sorularına cevap ararken, iş hayatında kendini “pazarlama profesyoneli sanan pazarlama özürlülerini” ele almış.

Ne zamandır gündemimde olan bu konuyu başka bir açıdan ele almaya çalışacağım. Bu pazarlama gurularının veya uzmanlarının pazarlamayı ne kadar bildikleri ya da bilmedikleri bu yazının konusu olamayacak kadar geniş. Zaten bu konuyu Pazarlama Cadısı güzel bir şekilde dile getirmiş. Benim derdim, bilgili olsunlar ya da olmasınlar, bu guruların bir rol modeli olarak pazarlama, pazarlama iletişimi, reklam vs. gibi alanlarda eğitim alan öğrencilerinin onlardan nasıl etkilendikleri?

Son yıllarda sayıları hızla artan guruların yaptıklarına kızıyor, pazarlamanın içini boşalttıklarını ve pazarlama alanında yeterli bilgi birikimi olmayanlara, zaten var olan şeyleri allayıp pullayıp yeniden sattıklarını ve bunun üstünden de para kazandıklarını düşünüyordum. Ta ki, bu konuda Selim Tuncer‘in fikirlerini duyana kadar. Selim Tuncer konuya başka bir açıdan bakmama yardımcı oldu. Aslında bu gurular pazarda önemli bir boşluğu doldurmaya çalışıyorlardı. Bu boşluk da pazarlama alanını yeterince bilmeyen ve pazarlamanın gücüne inanmayan KOBİ’lere, bu alandaki literatürü anlaşılabilecek bir düzeyde sunmak ve pazarlamanın gücüne karşı inançlarını geliştirmekti.

blue.jpg

Farklılaşma (differentiation) kavramı yeni bir kavram mı? Elbette ki hayır. Yıllardır pazarlama derslerinin en önemli konularından birisidir. Ama ne zaman ki Mor İnek çıktı, farklılaşma kavramını öğrenmeyen kalmadı iş aleminde. Hatta Selim Tuncer’in tam da bu konuda bir yazısı vardı. Şimdi durup bir düşünelim. Bu iyi mi, yoksa kötü mü? Ne yazık ki bunun tek bir cevabı yok. Bu gelişme hem iyi, hem de kötü. Bu konulardan haberdar olmayan KOBİ’ler için oldukça iyi bir durum. İşlerine farklı bir açıdan bakmaları için önemli fırsatlar taşıyor. Bir de pazarlamanın önemini anlamaları ve profesyonellerden yardım almaları için onlarda bir inanç yaratıyor. Bu açıdan baktığımızda, bu gelişmeleri sektör için iyi bir durum olarak değerlendirebiliriz.

Ama işletme, pazarlama, pazarlama iletişimi vb. alanlarda eğitim alan bir öğrenci farklılaşmayı Mor İnek kitabından ibaret sanıyor ve pazarlamayı öğrenmek için sadece bu guruları okuyup dinlemenin yeterli olacağını düşünüyorsa, işte o zaman çok kötü bir durumla karşı karşıyayız demektir. Daha da kötüsü, bu guruların sadece söyledikleri kadarını bildiklerini düşünüyorlarsa, o zaman da vay halimize. Ne yazık ki, öğrencilerimizde böyle bir eğilim olduğunu düşünüyorum. Pazarlamayı bu guruların sundukları haplardan yutarak öğrenme eğilimi.

Benzer bir eğilimi, pazarlamanın okulda değil de iş hayatında öğrenildiği düşüncesinin giderek yayılmasında görüuoruz. Çünkü bu gurular da dahil olmak üzere, uygulamadaki pek çok pazarlamacı “pazarlamanın iş yaşamının içinde, yaşanarak ve uygulayarak” öğrenildiği fikrini savunuyorlar. İşin bu kısmı doğru mu? Evet doğru, ama eksik. Kardeşim bu pazarlamayı uygulamak için hiç mi teorik bilgi gerekmiyor? Gökten zembille mi inecek uygulama için gerekli olan bilgiler? Yoksa içinize mi doğacak? Doktorlar, avukatlar, öğretmenler yapacakları işlerin temellerini okulda öğreniyorlar da pazarlamacılar neden öğrenmiyorlar? Pazarlama bu kadar basit bir iş mi?

red.jpg

Arkadaşlar, pazarlama uygulamalı bir bilim alanı ve bu alanda akademik anlamda bir birikim bulunuyor. Sanmayın ki o gurular bu akademik birikimden habersiz. Konuşmalarını dinlediğiniz, kitaplarını okuduğunuz o guruların bazıları pazarlamanın teorik kısmını öyle iyi biliyor ve uluslararası yayınları öyle sıkı takip ediyorlar ki şaşırıp kalırsınız. Bu kişilerin çoğu bulundukları yere gelebilmek için yıllarca çalışmışlar, çabalamışlar, eğitim almışlar ve kendilerini eğitmişler. Ama bu bilgilerini hedef kitlelerinin anlayabileceği bir halde düzenliyorlar. Yani gerektiği kadar kuramsal bilgiyi, hedef kitlenin dikkatini çekecek bir dille ve bol örnekle birleştirip sunuyorlar.

Bir önceki yazımda, öğrencilerin iş yaşamı öncesinde kendilerine katabildikleri değerin öneminden bahsetmiştim. İşte gelecekte pazarlama alanında çalışmak isteyen öğrenciler için de bu değeri bugünden yaratmaya başlamak çok önemli. Üniversite yıllarınız, elinizin altında kocaman kütüphanelerin olduğu ve rahat rahat okuma yapabileceğiniz, okuduklarınız üstünde düşünebileceğiniz ve fikirlerinizi olgunlaştırabileceğiniz bir dönem. Bu dönem, beyninizin içini bilgiyle doldurabileceğiniz ve bu bilgileri fikirlere dönüştüreceğiniz iş yaşamı için hazırlık yapacağınız, kendinize değer katabileceğiniz eşi bulunmaz bir fırsat. Bu bilgiler aklınızda kalmaz diye korkmayın sakın. Bu ön hazırlık, uygulama aşamasında ihtiyacınız olan bilginin “ne” olduğunu anlamanızı sağlayacağı gibi, bu bilgiyi “nereden” bulacağınızı da bilmenizi sağlayacaktır.

Gelelim gurulara. Bu söylediklerimin, “onları dinlemeyi veya okumayı bırakın” demek olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Onları da dinleyin ve okuyun ama pazarlamanın sadece onlardan ve söylediklerinden ibaret olmadığını da bilin. Okuyun, öğrenin ki onların söylediklerini kafanızda bir çerçeveye oturtabilin. Tabii bir de kim, neyi, ne kadar biliyor anlayabilin.

red-pill.jpg

Şimdi diyeceksiniz ki “Hoca, sen de hep bize yükleniyorsun. Bize eğitim verenlerin, sistemin hiç mi suçu yok?”. Var güzel kardeşim var ama, seni işe alacak adam sisteme falan bakmaz. Bunları da bir özür olarak kabul etmez. Gözünü aç da gör bunları diye söylüyorum. Kendine ne değer katacaksan kendin katacaksın. Önce sen isteyeceksin, çaba göstereceksin, kendini eğiteceksin. Yoksa eğitmenin, sistemin en kralı olsa gene fayda etmez. Hadi kalın sağlıcakla…

Güncelleme:

Konuyla ilgili bir başka yazı: Pazarlama Profesyonelleri ve Pazarlama Akademisyenleri

Güncelleme 2 (17.01.2007):

Guru Enflasyonu

January 6, 2007 at 11:52 pm 42 comments

Kafalarımızı büyük fikirlere hazır etmek için bir şeye daha ihtiyacımız var

Yazacak şeyler öyle çok birikti ki nereden başlayacağımı bilemiyorum. Ama sanırım önce şu “Büyük fikirler bunlara hazır olan kafalar için vardır…” yazısının devamını getirmek gerek. Güzel bir yazı oldu olmasına ama ben bu kadar ilgi çekeceğini düşünmemiştim. Geçtiğimiz haftalarda sayfada en çok okunan yazı bu oldu. Yazının bu kadar okunması benim konu üstüne daha fazla düşünmeme sebep oldu. Bu arada, aslında atladığım önemli bir nokta olduğunu da gördüm. Gelin bu eksik bıraktığım noktayı tartışalım şimdi de.

Önceki yazıda yeni iş fikirlerinin nasıl bulunacağı konusunda iki önemli aşamadan bahsetmiştim. Bunlardan ilki, gerçekleşen değişimlerle ilişkili olarak ortaya çıkan sorun ve ihtiyaçların keşfedilmesiydi. İkincisi ise, bu sorun ve ihtiyaçlara çözüm önerisi getirmekti. Ancak bu çözüm önerilerinin geliştirilmesi aşamasında ihtiyacımız olan şey, karşımıza çıkan fırsatlarla çözüm arasındaki ilişkiyi kurabilmekti. Bunun için de kafalarımızı hazır etmemiz yani gerekli bilgi donanımına sahip olmamız gerekiyordu. Şimdi diyorum ki, bu saptama eksiktir. Bu süreçte “kafaların hazır olması”nın bir anlamı daha vardır. O da, eski paradigmalardan kurtulup yeni paradigmalar çerçevesinden dünyaya bakmayı ve düşünmeyi öğrenmemiz gerektiğidir.

kirik-ayna.jpg

(more…)

December 1, 2006 at 10:12 pm 3 comments

Büyük fikirler bunlara hazır olan kafalar için vardır…

Geçtiğimiz haftalarda “Bilimin Öncüleri” kitabını okudum. Kitap “Bilim nedir? Ne değildir?” sorusuyla başlıyor. Yazar, bilimin öncüleri olarak adlandırdığı bilim adamlarının hikâyelerine geçmeden önce, bilimsel yöntem, hipotez-gözlem ilişkisi, bilimsel kuram gibi bazı konulara da kısaca değiniyor. Bu ilk bölümde oldukça ilgi çekici olan konulardan birisi “bilimsel buluşta yöntemin ne olduğu” tartışmasının yapıldığı bölüm.

Einstein bu süreci şöyle özetliyor;

Bilim adamı önce problemine çözüm getiren ilkeleri bulmalı, sonra bu ilkelerden olgusal olarak yoklanabilir sonuçlar çıkarmalıdır. Bu iki etkinlikten ikincisi için okul öğretimi ona gereken kafa donatımını sağlamıştır; öyle ki, birinci evre aşılmışsa (yani açıklayıcı ilke bulunmuşsa), yeterli uğraş ve zeka gücünün onu aradığı başarıya ulaştıracağı söylenebilir. Ne var ki, birinci evredeki etkinlik değişik nitelikte bir sorundur. Kuram oluşturmada bizi başarılı kılacak ne bilinen bir yöntem vardır, ne de öğrenimle kazanılabilecek özel bir kafa donatımından söz edilebilir.

puzzle.jpg

Gerçekten de kitap içinde okuduğunuz hikâyelerin çoğu sizi bu sonuca götürüyor. Yani çoğu bilim adamının buluşunun tesadüfî denebilecek koşullara bağlı olduğunu görüyorsunuz. Üstelik çok sayıda bilim adamının daha 30’una bile gelmeden en büyük buluşlarını gerçekleştirmiş, önemli üniversitelerde profesörlük unvanlarını almış olduklarını okuyorsunuz.

Tüm bu hikâyeler de doğal olarak bilimsel buluşların mantıksal bir yapı ile ilerlemenin sonucu olmaktan çok sezgi, içe doğuş, yaratıcı hayal gücü, zekâ gibi kişisel özellikler ve rastlantılar sonucu oluştuğu fikrini yaratıyor. Buraya kadar söylediklerim belki de çok bilinmeyen bir yaklaşım değil. Ancak beni asıl etkileyen şey, bu kişisel özelliklerin ve rastlantıların, buluşların yapılmasını bir anda ve öyle kolayca sağlamadığı. Bu insanlar sahip oldukları deha ve yaratıcı hayal güçlerinin yanı sıra inanılmaz bir bilgi birikimine ve çalışma, üretme disiplinine sahip kişiler. Sadece deha ve yaratıcılığın bilimsel buluşlar için yeterli olmadığı gerçeği ise bu kişilerin hikâyelerinin derinlerinde karşınıza çıkıyor. (more…)

October 21, 2006 at 2:58 pm 18 comments

Magic Bullet gerçekten de sihirliymiş…

magic.jpgGeçtiğimiz aylarda televizyon karşısında zap yaparken bir reklâma rastladım. Aslında tam olarak reklâm değil de tele-pazarlama kanallarından birindeki ürün tanıtımıydı sanırım. Bir tür blender ya da benzeri bir alet tanıtılıyordu. Alet saniyeler içinde onlarca değişik şey yapabiliyordu. Takıldım kaldım tanıtıma. Aletin ismi Magic Bullet’tı. Arayıp bir tane sipariş etmemek için kendimi zor tuttum. Alet çok güzeldi de bir de eşin dostun televizyonda görüp sipariş ettiği ve sonra da işe yaramadığını anladıkları onlarca şeyin hikâyesi vardı aklımda. Eşime de söyledim ama o da aynı fikirdeydi. Şimdi durduk yere dolapta fazladan bir döküntüye ihtiyacımız olmadığına karar verdik. Sipariş vermedik ama o günden beri de televizyonda her rastladığımızda da ürün tanıtımını seyretmeden geç(e)medik.

Geçtiğimiz hafta bir arkadaşım Magic Bullet aldıklarını söyledi. Arkasından da ballandıra ballandıra aletle neler yaptıklarını anlatmaya başladı. Hayır alete zaten aşık olmuşum, almak için bir bahane arıyorum, üstüne arkadaşım da aldık kullandık, çok başarılı deyince bizi kimse tutamadı. Hemen hepsiburada’ya girilip siparişimizi verdik. Sevgili Magic Bullet’ımız bugün öğlen geldi. Hemen açtık. Önce bir milkshake arkasından da buzlu bir kokteyl (buz, incir, üzüm, armut ve meyve suyundan oluşuyor) yaptık. Bu yazıyı da kokteylimi yudumlarken yazıyorum zaten.

Bütün bayanlara buradan söylüyorum. Düşünmeden alın. Aletin marifeti işi kısa sürede yapmasında değil. Asıl sihir çıkan (aslında çıkmayan desem daha doğru olacak) bulaşıkta. Bu tip aletlerin en büyük derdi ıvır zıvır onca parçanın yıkanmasındadır. Bulaşık makinesine de atmayı sevmem ben bunları. Gerçi Magic Bullet’ın bütün parçaları makinede de yıkanabiliyor ama buna gerek yok. İki çalkalayın tamam. Zaten kirlenen iki parça şey var. Kısa sürede yapabildiği onca şey de cabası. Kahve, çorba, makarna sosu, kokteyl, bebek maması… ne isterseniz yapın. Uzun lafın kısası, eşinize, annenize hediye mi almak istiyorsunuz. Hiç düşünmeden Magic Bullet alın derim ben (tabi sondaki not bölümünü de okuyun önce isterseniz). 

magic-bullet.jpg

Bu kadar reklâmdan sonra gelelim asıl konuya. Bu ürünü almamda ürün tanıtımı mı yoksa arkadaşımın tavsiyesi mi ağır bastı bir türlü karar veremedim. Aslında ürünü tanıtımda beğenmiştim ama güvenememiştim. Arkadaşım ürünün iyi olduğunu söyleyince de almaya karar vermiştim. Ama acaba ürünün tanıtımını görmemiş olsaydım, sadece internetteki bilgilerle, yine arkadaşımın tavsiyesine güvenip Magic Bullet’ı hiç düşünmeden alır mıydım? Bu soruya cevabım nedense hayır oluyor.

Magic Bullet’ı ilk alan arkadaşımızı dinledikten sonra ürünü almaya karar veren benim dışımdaki üç kişi de televizyonda bu ürünün tanıtımını izlemiş. Ama televizyonda Magic Bullet’ın tanıtımını izlememiş olan bir başka arkadaşımıza üründen ve satın aldığımızdan bahsedince, bizimle dalga geçti. Alınır mı hiç öyle televizyondan satılan şey diye. Bunun üzerine ben de merak etmeye başladım;

Acaba ağızdan ağza iletişim tek başına yeterli bir iletişim yöntemi mi? Yoksa ağızdan ağza yapılan iletişimin etkili olması için başka kanallardan yapılan iletişim ile desteklenmesi mi gerekiyor?

Benim için ikinci şık daha ağır basmaya başladı. Yani ağızdan ağza iletişimin, başka mecralardaki iletişim faaliyetleriyle desteklenmesinin daha doğru olacağını düşünüyorum. Sizler ne diyorsunuz? Yoksa Amerika’yı yeniden mi keşfettim?  

Ekleme: Soruma cevap A.Selim Tuncer‘in Pazarlama kantarının topuzu başımızda danklamadan!.. yazısıyla gelmiş.

Not: Yazıma bir destek bulabilir miyim diye hepsiburada’daki yorumları okudum. Olumlu yorumlar çoğunlukta. Ama işin ilginç yanı, yorumların altındaki “Bu yorumu doğru buluyor musunuz?” bölümü. Yorumlar olumlu ama bu yorumlara katılmayan sayısı oldukça fazla. Yorum sayısı 8, “Bu yorumu doğru buluyor musunuz?” bölümüne cevap veren toplam 410 kişi. Ürünün değerlendirmesi yorumlarda verilen puanlarla ortaya çıkıyor ve yorumlar olumlu olduğu için doğal olarak ürün 5 üzerinden 4 puan almış. Ama olumlu yorumlara katılmayan kişi sayısı 307. Yani aslında ürünün kullanıcılar tarafından yapılan değerlendirmesi çok da olumlu değil. Yazıma bir destek bulamadım ama incelenmesi gereken bir başka konu buldum sanırım.

August 26, 2006 at 5:38 pm 29 comments

Hayatımızın da Yedeğini Alıyoruz

Geçenlerde Marketing Post bir yazısında blogunu aynı zamanda arşiv tutmak için de yazdığını belirtmiş. Ben de ona bir yorum yazıp bu arşivin bir de yedeğini alması gerektiğini söylemiştim. Sonuna da "yakında kendi yaşamlarımızın da yedeğini almaya başlarsak şaşırmayacağım" diye yazdım.

Yorumu gönderdikten sonra aslında sürekli olarak yaşamlarımızın yedeğini aldığımızı düşündüm. Günümüzün teknolojisi bunu sağlıyor. Örneğin bloglar, yaşadıklarımızın bir yedeği değil mi. İster oradan buradan topladıklarımızı tutalım bunlarda isterse hayatın akışı içinde yaşadıklarımızı, karşılaştıklarımızı. Hepsi hayatımızın bir kesitini yedeklemiyor mu internette. Kaybolup gitmesini önlemiyor mu?

Eskiden sahip olduğunuz fotoğraf sayısını düşünün. Bir de dijital fotoğraf makineleri çıktıktan sonrasını düşünün. Sanırım bastırmaya kalksak albümlere hatta evlere sığmaz. Artık cep telefonları sayesinde her anımızı fotoğraflayabiliyoruz. Şimdi bakıyorum da, dijital fotoğraf makinemizi aldığımızdan bu yana hayatımın bu dönemini yansıtacak bir sürü belge olduğunu görüyorum. Hiçbir anın kaybolmasına izin vermiyoruz artık. 

E-maillerimizi saklıyoruz (hatta messenger konuşmalarını kaydedenler olduğunu öğrendim kısa süre önce). Bunlar bir yandan insanlarla ilişkilerimizin kayıtları ama bir yandan da bu ilişkilerin yedekleri belki de.

Bunu neden yapıyoruz diye düşündüm sonra. Belki de artık çok hızlı yaşadığımızdandır dedim kendi kendime. Öylesine hızlı yaşıyoruz ki, bu yaşadıklarımızı içimize sindiremeden başka bir şeylere atlıyoruz. Bu hız çabuk da unutturuyor bize yaşadıklarımızı belki de. Hatırlayamıyoruz neler yaptığımızı. Sonra dönüp yedeklerimizden kontrol ediyoruz nasıl yaşadığımızı, neler yaptığımızı ve neler söylediğimizi.

Biraz daha zorlarsak, bu durumu yaşadığımız enformasyon çağıyla da ilişkilendirebiliriz. Öylesine yoğun enformasyon ile karşı karşıya kalıyoruz ki, kendi yaşadıklarımız da bunlar içinde kaybolup gidiyor (çoğu öznelleştirilemeden) ve artık beynimiz bunları geri çağırmada yetersiz kalıyor. Üstelik artık, yaşadıklarımızı da beynimizde tutmaya çok fazla gerek yok, önemli olan iyi bir yedek. Gerektiğinde, dönüp bu yedek içinden çağırıyoruz yaşadıklarımızı.

Benim yorumumdan sonra Murat Esenli de bu fikri içeren bir filmden bahsetmiş. İnsanların beyinlerine takılı bir chip sayesinde hayatlarının filme alındığını söylemiş. Kim bilir, belki de yakın bir zaman sonra neler yaşadığımızı hatırlamak için beynimize değil bu chiplerdeki kayıtlara dönüp bakacağız, ne dersiniz?

Ben bu serbest dalış işini sevmeye başladım yahu:)

May 26, 2006 at 3:03 pm 1 comment

Fortis’ten İdeal Paketler

Bir süredir Fortis’in paketlerini izliyorum. Önce İdeal Bebek şimdi de İdeal Evlilik paketi. Ne paketlerin içeriğinden bahsedeceğim ne de reklamlarından (gerçi reklamlarını sevdim ama). Benim takıldığım nokta, her iki paketin ana temasının da insanların hayatının çok önemli bölümlerini (evrelerini) oluşturması ve Fortis’in bu temaların avantajını yeterince kullanıp kullanmadığı.

Paketlere baktığınızda, doğal olarak, bankacılık ve sigorta ürünleriyle karşılaşıyorsunuz. Evet, bazı ürün ve hizmetlerin yan yana konduğu, ek avantajlarla süslendiği paketler bunlar. İdeal Bebek’in web sitesi de var. Burada ise, birkaç oyun ve google’da arama yaptığınızda rahatlıkla ulaşabileceğiniz makaleler var.

Bunlar ne yazık ki beni hiç heyecanlandırmıyor. Ben hayatımın bu evrelerinde yanımda olma iddiasında olan bankanın ya da herhangi bir kuruluşun, benim heyecanımı paylaşmasını isterim. Peki bu heyecanı yaratmak için neler mi yapılabilir, aklıma gelenler şöyle;

 

 Siz bebeği/çocuğu olup da karşı karşıya geldiğinizde onlardan bahsetmeyen bir aile gördünüz mü? Son zamanlarda özellikle dikkat ediyorum buna, bebeği/küçük çocuğu olan aileler başka bir konuda konuşmuyorlar. Hatta konu değişince ne yapıp edip, konuyu tekrardan buraya getiriyorlar.

Madem insanlar bu konuda konuşmayı bu kadar çok seviyorlar, Fortis neden buna öncülük etmiyor. Hatta daha da iyisi, neden Fortis çalışanı olan bebekli/çocuklu aileler İdeal Bebek’le birlikte kendi İdeal Bebeklerini anlatmıyorlar.

Düşünsenize, Fortis müşterilerinin bebekleri için açtıkları bloglar İdeal Bebek sitesinde toplanıyor ve Fortis’in hiçbir şekilde oluşturamayacağı bir içerik sunuyorlar bu siteyi ziyaret edenlere. Bu sayfalarda paylaşılanların sadece bebekler değil, bebeklerle ilgili her türlü ürün ve hizmetler olduğunu da unutmamak gerekiyor. Yani Fortis’in yaptığı kampanyalar doğrudan hedef kitleye ulaşmakla kalmayacak tanıdıkları insanlardan (diğer Fortis müşterileri veya blog yazan Fortis çalışanları) geldiği için de spam muamelesi görmeyecek.

 

Evlilik konusunda da malzeme bebekten aşağıda kalmıyor. Ben evlenirken hatırlıyorum da çoğu şeyi çevrenin tavsiyesi ile satın aldım veya yaptım. Çünkü daha önce hiç evlenmemiştim ve bu konuda güvenebileceğim insanların önerilerini dikkate aldım. Neden İdeal Evlilik sitesinde (henüz açılmamış ama yakında açacaklarını tahmin ediyorum) insanlar deneyimlerini paylaşmasınlar. Daha da iyisi, kendi evlilik sayfalarını oluşturup, tüm süreci buradan yönetmiyorlar.

Yani özetle, Fortis’in gerçek insanlarla temas etmesinden bahsediyorum. Onları dinlemesinden bahsediyorum. Birbirlerini bulmalarına yardımcı olmalarından ve Fortis çevresinde bir topluluk oluşturmalarından bahsediyorum. Bir banka olarak, müşterilerinin hayatlarının bu evresinde neler yaşadıklarını anlamalarından bahsediyorum. Onlarla gerçek ilişkiler kurmalarından bahsediyorum. Yoksa, paket içindeki ürünleri ve hizmetleri kopyalamak hiç de zor değil, aynı Akbank’ın cepten kredi uygulamasında olduğu gibi (hepsi aynı artık).

Geldik can alıcı soruya. İyi peki, kurduk bu sanal toplulukları, müşterilerimizi de tanıdık gerçek ilişkiler de kurduk hatta daha da geliştirdik bu söylediklerimizi; “Ama attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değer mi acaba?” diyorsanız, o da Fortis’in bulması gereken bir cevap. (Ben sadece serbest dalış yapıyorum o kadar :))

Ben uçmaya devam ediyorum, aklıma gelmişken söylemeden geçmeyeyim dedim. Fortis'in paketleri biraz da sosyal sorumlu olsalar nasıl olurdu acaba? Hani belediyeler toplu nikahlar düzenler ya, onun gibi bir şey belki de. Örneğin, birbirine aşık ama parasız çiftleri evlendirseler. İdeal Bebek hasta veya özürlü bebeklerin sağlık masraflarına biraz destek olsa, onların arasında da kim bilir ne İdeal Bebekler vardır. Siz ne dersiniz?

http://www.fortis.com.tr/, İdeal Evlilik, İdeal Bebek

May 22, 2006 at 8:13 pm 6 comments

Tüpsüz Dalıyorum

Bazı zamanlarda tutarlı ve akılcı bir insan olmaktan sıkılıyorum. Kısıtları olmayan bir dünyada aklıma geleni yapmak ve söylemek istiyorum. Ama bu pek de mümkün olmuyor, öyle çok kısıt, öyle çok kural var ki… Ortaya attığım birşeyler mutlaka biryerlere dokunuyor.

Madem gerçek hayatta işler böyle yürümüyor ben de sanal dünyamda böyle yaparım dedim geçenlerde kendi kendime. Buradan hareketle, orada burada görüpte aklımda canlanan bazı fikirleri yazmaya karar verdim. Bunlara da "serbest dalış" adını verdim (yani çok saçmalamışsam bilin ki beyne artık oksijen gitmiyor).

Yani bu yazdıklarımın hiçbir dayanağı yok (bilimsel bir dayanaktan bahsediyorum, aklıma geldiği gibi aynen sallıyorum). Sadece aklımdan geçiveren fikirleri yazıyorum, o kadar (kimse çok ciddiye almasın sorumluluk kabul etmiyorum). Bir de ama bu böyle olmaz, karı düşürür, satışa dönüşmez gibi vıdı vıdı etmesin kimse. Ben de biliyorum bazılarının olmayacağını, o yüzden yazıyorum zaten, orta yerimden çatlamamak için.

Bırakın uyduralım. Bakalım ne kadar uçabiliyoruz. İsteyen herkes de bana katılabilir, memnun olurum. 

İlk yazı Fortis'in paketleri hakkında.

May 22, 2006 at 8:06 pm 3 comments


"Uygulamaya elvermeyen teori anlamsız, teoriye dayanmayan uygulama ise kısırdır." Leonardo da Vinci

İletişim

Arşiv

Popüler Yazılar

Yakın Takip

Subscribe in NewsGator Online

Subscribe in Bloglines

Ziyaretçilerde Son Durum

  • 358,980 hits
free webpage counters